"Sevdam Kavgamdı"

Cano Amedî

Cano AMEDÎ

20.08.2024 tarihinde İsviçre’de, cezaevi arkadaşım, yoldaşım ve can kardeşim Hanifi Sümer’in mekanında, sevgili dostum ve kardeşim Harun TAK, SEVDAM KAVGAMDI adlı kitabını imzalayarak beni onore etti. Tekrardan teşekkürlerimi, selam ve en sıcak dostluk duygularımı bu vesileyle iletmeyi bir borç biliyorum. Sevgili  Harun  duygu yüklü, sorgulayıcı ve beynini kemiren soruların yanıtlarını, örgütlü ortamın ilişkilerini, coğrafyayı ve zorluklar karşısında, insani duyguları , akıcı bir dille  ifade etmiş. Her satırı insanı alıp duygu atmosferine doğru sürüklüyor.

Yolculuk boyunca kitabı okudum, Harun’la birlikte üniversite kampüsünden yola çıktım, Lice, Kulp, Hazro üçgeninde hayatın gerçekleriyle tanıştım. Dağ silsilesini takip ederek kanlı pusuları atlatarak  DERSİM’de Ali Boğazı denilen bölgede hayatın gerçekleriyle bilek yarışına tutuştuk.  Aç ve susuz bir şekilde o dondurucu soğuklara uzuvlarımızı bir diyet olarak sunduk. Korku ve cesaretin; kahramanlık ve ihanetin bir nefes mesafesinde birbirine yakın olduğuna birlikte tanıklık ettik. Kitapta adı geçenlerin bir kısmını aile boyutuyla tanıyor olmamdan ve coğrafyaya, yerleşim yerlerine yabancı olmayışımdan dolayı, yazılı cümleleri hızla okudum. Kitabın içeriği sevgili Harun’un deyimiyle “ben kendimi anlatıyorum” gerçeğinden hareketle, bir süreci, bir zaman dilimini ve mücadele iklimini anlatıyor. 

Bildiğim kadarıyla kitap, yurtdışında sevgili Harun TAK’ın bireysel çabalarıyla yayınlanmıştır. Dolayısıyla okuyucu kitlesi sınırlı ve kamuoyunun bilgisinden de yoksun kalmış. Ancak kitabın PDF hali www.arsivakurd.org sitesinde mevcuttur. Umarım sevgili Harun bu kitabını ülkede yayınlatma imkanını bulur ve kitap okuyucu kitlesine ulaşır.

Sevgili Harun “bu kitapta ben kendimi anlatıyorum” derken, haklı ve doğru bir davanın nasıl Yel Değirmenleriyle savaşmaya dönüştürüldüğünün de ipuçlarını veriyor. Dolayısıyla bu yaklaşım çerçevesinde bende geçmişe bir projektör tutmak istiyorum:

1990‘lı yıllar, Kürdistan gençliğinin “serhildanlar” rüzgarıyla ulusal kurtuluş mücadelesinin hedefleri doğrultusunda dağlara yönlendirildiği, tırmandığı, halkının kurtuluşu için yaşam yörüngesini değiştirdiği yıllar oldu. Bir laboratuvar misali, umut ve inançları doğrultusunda en dinamik ve yetenekli kişiliklerin  dağ  başlarında; her tarafı pusu ve ihanetlerle çevrili derin vadilerin kuytuluklarında “devrimci mücadelenin” zeminini örgütlemeye çalışan zeki ve yetenekli bir grup Kürd gencin hikayesini konu edinen anı-roman türü kitapların egemen mahalle baskısı altında yeterince okuyucu kitlesiyle buluşmakta zorlandığını biliyoruz.

Özellikle muhalif ve eleştirel bir bakış açısı,  eksik ve kurumsal yanlışlıkların kamuoyuyla paylaşılması egemen ve baskın çevreleri rahatsız ediyor; toplumu yönlendiren bu baskın zihniyet, muhalif kişilerin en yakınındaki kişilerden başlayarak kuşatma, izolasyon ve toplumsal linç uygulamalarına maruz bırakıldığı herkesçe bilinen bir gerçektir. Ancak bu toplumsal boyun eğme psikolojisinin, çoğu kez bizleri de teslim almaktan geri durmadığı bir gerçektir.

Kimi zaman sıradan bir seyirci  olma edasıyla, karşı mahallenin öfkesini çekmemek ve gelecekte olası beklentilerin heba olmaması yönünde ciddi bir kitlenin yatırım amaçlı suskunluk iklimini tercih ettiklerini biliyoruz. Bir çoğumuz da bu ilişki ağını günlük hayatta görerek, yaşayarak  ve çevremizden test ederek öğrendik/öğrenmeye devam ediyoruz.

Farklı “kimlik” ve yaklaşımlarla bu çıkar tahteravelisine binenler, “kraldan çok kralcı “ kesilerek, muhalif odakların, eleştirel yaklaşım gösteren bireylerin yaşam alanlarını denetleyerek, daraltıyorlar. Politik mücadele sürecinin farklı kulvarlarında yol alan, mücadele eden bireyler bugün “dağıtılmış bir aşiretin” bireyleri gibi geniş bir coğrafyada yaşam savaşı vermekteler. Bir çoğu ciddi sıkıntılar içerisinde,  kendi imkan ve çabalarıyla yaşama tutunmaya çalışıyorlar. Kimileri de korkularının esiri olmuş ve inzivaya çekilmişler. Ancak azımsanmayacak kadar bir kesim var ki bunlar sistemin çarkları arasında nemalanmaktalar. Bu kesim danışıklı bir oyunun oyuncuları gibi, sık sık “mevzi” değiştirmekteler. Bu kullanışlı kesim, genellikle kötülükler ve yıkım aparatı olarak sahada rol üstlenmekte, mevzi değiştirmektedir. Toplumu dizayn eden güçler,  bu kirli ve operasyonel  aparatın yaratmış olduğu algıyı genele yayarak, farklı kulvarlarda yol alan, mücadele eden kesimleri terbiye etmede, boyun eğdirmede ve propaganda amaçlı kullanmaktadırlar. Bu yol ve yöntem, bir yığın iyi niyetli insanı esir almış durumda. Bir zamanlar dağlara hükmedenler, bugün “yoldaşlarının” iftira ve karalama kampanyalarından sakınmaya çalışıyorlar.

Elbette bu belirlemeler herkesi kapsamıyor, bir çok kişi alın teriyle, azim ve irade gücüyle yaşam savaşını vermektedir. Bir çok kişi başarı  çıtasını zorlayarak bugün farklı yerlerde demir atmış durumda. Yine de, azda olsa, hatırı sayılır bir kesim yaşadıklarını, duygu ve düşüncelerini toplumla paylaşma cesaretini göstermektedir. Bu arkadaşlar satır aralarında, duygu ve düşüncelerini, öfke ve kırgınlıklarını, eleştirilerini dile getiren anı- roman türü kitaplar yazmaktalar. Malum mahalle baskısı ve ekonomik sıkıntılar nedeniyle yeterince okuyucu kitlesiyle buluşmakta zorlandıklarını biliyoruz. Bu arkadaşlar kendi imkanlarıyla kitaplarını bastırıyor ve elden ele, birebir dağıtıyorlar. Bu zorlu ve sıkıntılı süreç çoğu kez gündemin gelgitleri arasında kaybolup gidiyor.

Bazen tesadüfen yaşam koridorunda ilerlerken,  karşılaştığımız arkadaşlar oluyor. Sıcak bir selam, içten bir merhaba, bu arkadaşların öykülerini öğrenmek için vesile oluyor. Bu öykülerden öğreniyoruz ki hareket için yapmadıkları iş kalmamış. Bu uğurda büyük sıkıntılarla karşılaştıklarını öğreniyoruz. Tıpkı zindanlarda işkenceler görmüş, hapisler yatmış ve sisteme boyun eğmemiş arkadaşlar gibi sürece yayılmış bir “rehabilitasyon”  ve terbiye etme, boyun eğdirme süreçlerine maruz kaldıklarını anlıyoruz. Acı da olsa bu bir gerçek ve ne yazık ki politik tribünlerde bu  gerçeklik yeterince dikkate alınmadan, sadece siyah ve beyaz yaklaşımı noktasında değerlendiriliyor. Bir öfke ve kabullenmeme rüzgarı baskın olduğu için genellikle ipek böceği misali herkes kendi mahallesinde, kendi kozasını  örmek ve gelecekten uzak, geçmişin o hülyalı günlerinde yaşamayı tercih ediyor. Oysa karşılıklı diyalog, empati ve ilişki ağları sayesinde her zaman yeniye dair bir yol ve yöntem bulmak mümkün. Bu çaba ve emek Kürdi bir akıl ve ulusal bilinçle pekiştiği oranda gelişir.

1990’lı yıllarda örgütlü mücadelede yer alan gençler, bugün 55-60 yaşını geçmiş insanlardır. Çok şey görmüş, çok şey yaşamışlardır.  Bir çoğu sosyal, siyasal ve psikolojik travmalar eşliğinde hayat mücadelesini veriyor. Bir çoğu ekonomik sıkıntılar içinde debelenirken, aynı zamanda toplumca “terbiye” edilmek istenmektedir. Bu yaklaşım bir çok cezaevi çıkışlılar için de geçerlidir. Bu sıkıntı ve sorunlar yumağı arasında bir yandanda emeğine ve mücadelesine sahip çıkmak çabası içindeler.

Elbette sessizlerin sesi olmak için yazmak gerekiyor ve bir çoğumuz da bazı şeyleri yazıyoruz. Yazmak, bellek oluşturma, gelecek nesillere tecrübe aktarma eylemidir.

Bazen geriye dönüp mevcut potansiyel ve emek birikimine baktığımızda yığınca sorular yumağı karşımıza çıkıyor. Başarı ve başarısızlık ikliminin derinliklerinde neden bir türlü yenilgi ikliminde debelenip duruyoruz sorusuna yanıt bulamıyoruz?  Dünün örgütlü yapılarında yer almış, geride çok az insan kalmış, ne oldu, hangi  fırtınada göçüp gittiler? Geride kalanlar ise neden hala “gizli kan davaları” misali diyalogsuzluk ve öfke diyarında birbirileriyle bocalamaktalar? Bu stratejik akıl, mevcut birikim ve enerjiyi darmadağın etti? Dolayısıyla sormak gerekiyor o hangi akıldı, ulusal kurtuluş mücadelesinin en dinamik potansiyelini heba etti? Bu soruların yanıtlarını bulmak ve kuşaklar arası bilgi ve tecrübe aktarımını sağlamak için konuşmak, yazmak ve diyalog geleneğini sürdürmek gerektiğine inanıyorum.

1980 yenilgisinin sonrasında onlarca hareket ve siyasi oluşumlar vardı, her biri on binlerce kitleye hitap ediyordu. Egemenlik alanları, örgütlenme zeminleri mevcuttu. Ne oldu, bugün  tümü için binlerden söz edemiyoruz? Herhalde tümü korkup göç etmedi, bu insanların? Nerede, bu insanlar? Dünün aktörleri, oyuncuları, yardımcı elamanları ve seyirci kitlesine ne oldu?  Bu soruların yanıtını  ancak süreci ve sonrasını doğru dürüst bir muhasebeden geçirip, kamuoyuyla paylaşmakla bulabiliriz. Belki bu yanıtlar kötürüm ve ölmüşü diriltmeyecektir ancak gelecek nesillere bir miras bırakacaktır. Elbette geçmişin tozlu rafları arasında yaşanılanları, yaşatılanları objektif olarak yazmak kolay değildir .

 Çoğu kez insan yazarken, yaşanılmışlığın film şeridini bir bütün olarak gözler önüne seremiyor, kaçırdığı sahneler, bölümler olabiliyor. Bunu tamamlamanın yolu yapıcı ve inşa amaçlı yazılı metinlerin çoğalmasıyla mümkündür . Bazen kendimi zor tuttuğum, yutkunduğum, yazıp yazmamak bulvarında gidip geldiğim süreçler oluyor. Ama her şeye rağmen doğru sorularla, doğru  yanıtlara ulaşabileceğine inandığım için konuşmak, yazmak ve doğru anlatımlarla geleceğe iyi bir kayıt  sağlamış olacağız. Hepimizin yaşadıkları farklı ton ve nüansları içerse de, bu yaşanmışlıkları objektif olarak gelecek kuşaklara aktarmak gerekiyor. Yaşadıklarımız bir sürecin tanıklığı ve panoramasını oluşturuyor. Yine okuduğum anı, biyografi ve deneme türü kitaplarının satır aralarına sıkıştırılan gerçekler, öyküler ve haykırışlar kavrayabilmek için empati yapmamı zorunlu kılıyor. Kısacası yazmak; değişim, dönüşüm ve kurtuluşu amaç edinenler açısından  bir muhasebe zincirine  ve bireysel iç hesaplaşmaya yol hazırladığı için yazmak yurtsever bir eylemdir diye düşünüyorum.

23.09.2024