Şeyhmus Diken
Kimileri bunca hikâye edilmişliğe bakıp biraz nostaljik eda ile “kentin ilk çok katlı simgesel yapısıydı, kalsaydı yerinde” diyebilir. Katılmadım hiç bu görüşe! İyi ki yıkıldı. Ben dışarıdan görüneni yazdım. Belki bir gün “içerden” biri çıkar da o yapı içerden ne anlam ifade ediyordu onu yazar da yüzleşiriz...
İnsan eski bir şehirde yaşıyor ise! Ve yaşadığı şehrin eskileri, yanında yöresinde birer birer sessiz sedasız sahneden çekilip gidiyor ise! Üstelik gidenler sadece varlıklarıyla ve yaşamlarıyla başkalarına umut veren insanlar değil!
Mekânlar da gidiyor ise! İster istemez sahneden çekilip gidenler, ya da “rolleri bitti artık sahneyi terk etmelerinin zamanı” deyip ipi çekilenler ister istemez sade hafızada kalmasın bir yerlerde kayıt altında da kalsın diye düşünülür.
Şehre, tabii ki eski şehre şimdilerin, şimdilerin dediysek son elli altmış yılın itibarlı kuzey kapısından girmeye yeltenenler adı tarih boyunca değişen Derîyê Rom (Rum-Urum kapı), Harput Kapı, Bab ul Ermen (Ermeni kapı), Derê Çîya (Dağ kapı)’dan girerlerdi. Şimdi de öyle ya!
Kapıdan girmeden, ya da başka kapılardan (üçü daha var; Mardin kapı, Urfa kapı, Yeni kapı) girmişseniz eğer çıkarken koca bir meydan karşılar girenleri ve çıkanları. O meydan hep kapının en son telaffuz edilen ve resmî olarak da literatüre giren kapısının adıyla anıldı; Dağkapı Meydanı.
Emirgan Parkı
2014 Ağustosunda Diyarbakır Büyükşehir Belediye Meclisi kararıyla meydanın adı “Şeyh Said Meydanı” olarak değiştirildi. Tabelaları da yön levhalarının yanına eklendi.
İşte bir zamanlar, yani meydan haline dönüştürülmeden evvel şehir halkının akşam piyasası için şöyle bir gezintiye çıktığı yerde içinde envayi çeşit güllerin, menekşelerin, nergislerin olduğu parkın adı; Emirgan Parkıydı.
O parkın kuzeye yönelik caddesinin meydana nazır köşesine 1970 yılının başında o yılların en yüksek binası (13 katlı) konduruldu. Şehirde (suriçinde) Dörtyol’da ilk konforlu tatlı, pasta, börek işletmesini açmış ve işletmekte olan “Tatlıcı Şeyhmus” olarak bilinen aile o 13 katlı binayı otel olarak yapmış ve açmıştı. Alt katı da umuma açık pastahaneydi.
Yıllar, yıllar geçip de Diyarbakır’dan ayrıldıktan sonra İstanbul’da “Şe-Tat” (tatlıcı şeyhmus) olarak ikiz kuleleri ve Londra’da lokum fabrikası ile ünlenecek olan ve Diyarbekir’de “Momozgil” lakabı ile anılan ailenin şehirdeki ilk görkemli yatırımıydı.
Aile, suriçinde Surp Giragos Ermeni Kilisesi’nin hemen arka sokağında oturuyordu. 2010’lu yıllarda kentin hemşerisi Sami Hazinses’e atfedilerek “Samo, Diyarbakır Evi” kafe işletmesi olarak bir süre kullanılan ev ailenin eviydi. Halk arasında halen mevzu olduğunda dile gelene göre “momozgil evlerinde Ermeni gömüsü bulmuş, öyle yapmışlardı o binayı. Yoksa tatlıcılıkla kazanılır mıymış onca para!”.
Binlerce yıldı etrafı surlarla çevrili şehrin içinde Sur içi koruma amaçlı imar planları ile en fazla üç katlı yapılarda oturan halk 1950’lerden sonra da sur dışına çıkınca görüp göreceği 1954 yılında yapılan Dilan sineması, Eski Halkevi’nden bozma Yenişehir Sineması ve Turistik Palas gibi hepi topu en fazla üçer katlı yapıların görünür halini hayli gölgede bırakmıştı o koca bina!
Öyle ki halk sohbetlerinde diyordu ki; “yaw momozgil Dağkapı’da bir bina yapmış! Hele gidin bakın! Adam başını kaldırıp yukarı baktığında şapkası başından düşüyor”. Bu bakış bir süre sonra halk arasında yapıya yakıştırmayı beraberinde getirip binanın adını kalıcılaştırdı: Gökdelen! Ve tuhaftır hiç o otelin adının ne olduğunu kimseler merak etmedi. Telaffuz da etmedi. Her telaffuz edildiğinde “gökdelen” dendi başka bir şey denmedi.
İlk açıldığı günlerde babam arkadaşları ile giriş katının yola cepheli pastanesinde oturmuş beni de yanlarında götürmüş su böreği yiyip limonata içmiştim.
Subay Orduevi'ne dönüşüm
Hepi topu bir yıl kadar sürdü ömrü otel işletmesinin! Milli Savunma Bakanlığı oteli, işletmecilerinden o yıllar için çok çok iyi bir paraya satın aldı. Ve Subay Orduevi’ne dönüştürdü. Yolun hemen diğer yakasındaki eski orduevi, Astsubay Orduevi oldu. Caddenin altından da bir geçit yapıldı. Ve o mekân ilk bir yılından sonra sadece Askeriye’ye hizmet eden bir mekân olarak bilindi. Ama adı hep "Gökdelen” olarak kayıtlara geçti.
Çok değil on yıl kadar sonra, 1983’de binanın meydana bakan dış cephesine en yukarıdan aşağıya kadarki 10 katı boydan boya kucaklayan diktörtgen ölçülerde tümüyle bakır levhadan kabartma olarak o yıllarda Almanya’da yaptırıldığı ifade edilen bir Atatürk kabartma rölyefi monte edildi. Yanına da; “Diyarbekirli, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı, Makedonyalı, hep bir ırkın evlatları, hep aynı cevherin damarlarıdır” M.K. Atatürk yazısı eklendi.
Kadim kent Diyarbakır'ın kadim sokakları
1970’lerden 2010’a kadar kırk yıl boyunca her bir kaç yılda bir eklemelerle önce çevre duvarı yükseltildi. Sonra dikenli tel örgüler ve etrafı kum torbaları ile kuşatılı nöbetçi kulübeleri yapıldı ve o bina orada öylece kaldı.
Sonra boşaltıldı. Uzunca bir süre boş kaldı. Giderek karanlık, terk edilmiş, camları kırık, ölmeye yatırılmış bir bina olarak bir başına orada kaldı. Meydandan yolu ilk kez geçenler merak edip binanın ne olduğunu sordu. Bilenler de bildikleri kadarıyla akıbetini anlattı.
Yakın günlerde Valilik bir kararla Kent Meydanının yeniden düzenlenmesi gerekçesiyle yıkım kararı aldı. Ve bir ay içinde de yıkım bitirilerek sanki hiç orda öyle bir yapı olmamış gibi yeri boş bir arsaya dönüştü.
Bu kadarını ayrıntılara da girerek neden yazdım. İtiraf edeyim. Belki kimilerine göre duygusal gelebilir. O yapıda içime sinmeyen bir türlü açıklayamadığım bir şeyler vardı sanki! Elli yıl evvel babamla pastahanesinde oturup börek yiyip limonata içtiğimde de sanki biz oraya ait değilmiştik gibi içimde bir his kalmış olduğunu yıllar sonra bu yazıyı yazdığımda yeniden anımsadım.
Bizler, avlulu bazalt taştan şehir evlerinde oturuyorduk. O koca bir beton yapıydı ve şehrin surlarını da gölgede bırakan bir konumlanışla adeta her bir kese tepeden tepeden bakıyor ve küçümsüyordu sanki!
Yıllar, yıllar sonra eski kadim bir şehrin kendisine ait doğal mimari yapısını adeta yok ederek tümüyle betondan çok katlı blok plancıların korunaklı steril, güvenlikli dış cepheleri geceleri baloya gider gibi süslenmiş ışıltılı binaların ilk simgesel örneğiydi sanki o bina!
Kimileri bunca hikâye edilmişliğe bakıp biraz nostaljik eda ile “kentin ilk çok katlı simgesel yapısıydı, kalsaydı yerinde” diyebilir. Katılmadım hiç bu görüşe! İyi ki yıkıldı. Ben dışarıdan görüneni yazdım. Belki bir gün “içerden” biri çıkar da o yapı içerden ne anlam ifade ediyordu onu yazar da yüzleşiriz...
Yazıyı bağlarken demem o ki; kadim surların ön görünümünü engelleyen şimdilerde Bower-Hospital olarak çalışan mekân da keşke yıktırılsa..