Abuzer Bali Han
Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı’nın bile gönderildiği Dersim’de asker kum gibi kaynıyordu. Dersim sıcak günler yaşıyordu. Direniş kuvvetleri 21 Mart 1936 tarihinde Harçik Suyu üzerindeki bir tahta köprüyü yakarak ve o civardaki karakollardan birine de baskın düzenlemişlerdi. 1936 yılının sonbaharında Seyid Rıza’nın Sin Köyü’ne hakim Viyale’deki evi askeri uçaklar tarafından bombalanır. Bombardımanda Seyid Rıza’nın oğlu Resik Hüseyin el ve bacağından yaralanmıştı. Kış bastırınca Munzur’un karşı yakasına geçen Seyid Rıza ve ailesi, onlar o kışı Tujik Baba’nın eteklerinde geçirirler. Burası savunma olarak da oldukça korunan bir yerdi…
1937 yılının İlkbaharında karların erimesiyle askeri hareketlilik de tekrar operasyonlarla kendini gösterir. Aşiretler arası ilişkiler de gittikçe çoğalarak, toplantılar birbirlerini izler. Halvori Gözeleri’nde Mart ayı içinde yapılan toplantıya katılan Seyid Rıza, Seyid Hüseyin, Cebrail Ağa, Kamer Ağa, Fındık Ağa birlikte şu kararı alırlar:“Eğer hükümet kötü niyetli yaklaşımda bulunursa, bizim de nefsi müdafaa hakkımız vardır!“ derler. Söz bir, karar bir yeminiyle toplantıya katılanlar eline aldıkları taşı elden ele dolaştırarak, sonunda taşı kutsal Munzur Suyu’na bırakır. Kutsal Munzur Suyu’na atılan taşlarla yemin edilir. Dersim Kızılbaşları bu yemini ve eylemi „Kemere erzenê jû gole“ diye anlatırlar.
Gün geçmiyorduki dağlarda kara haber dolaşmaya. Dağlarda nam salan, attığını vuran ve hedef şarırmayan silahşörler peşpeşe, birer birer vurulup başları kesilerek Hozat’a götürülüyordu. Yiğitlerin adları dağlarda gittikçe azalır oldu. Askerlerin önüne düşen yerli milislere de artık gün doğuyordu. Milisler önde, askerler onların ardından mağara ve kuytu derelerdeki ormanlara yönelince korumasız olan kadın, çoluk-çocuklarla karşılaşmaktaydı. Onları bir yerden başka bir yere taşımak çok zordu. Bundan dolayı da halkı yakaladıkları yerde tarıyarak işlerini hemen orda bitiriyorlardı. Giremedikleri sık ormanlık sahaları da yakarak, yanan insanların çığlıkları yeri, göğü yararak kurtların ulumalarına karışıyordu! Kurtlara, çakallara artık gün doğmuştu…
Ancak hükümet Dersim’de yapılan her toplantıdan haberdardı. Katılanlardan yakalanlarını tek tek tutuklar ve Elazığ’a gönderirlerdi. Seyid Rıza ise süren bombardıman nedeniyle halkın daha fazla zarar görmemesi için Erzincan Valisinin talibi olan Aşuranlı Cansalê Bavu aracılığıyla gelen mektuba kanarak, Erzincan’a gidip vali ile görüşmeye karar verir. Seyid Rıza, sadece görüşmeye değil, ayrıca Mustafa Kemal Paşa ile Ankara’da da görüştürüleceği haberi, haberi getiren tarafından Seyid Rıza’ya bildirilmişti. İyi niyetlerle savaşa son vermek ve dökülen kanları durdurmak için bu daveti kabul eden Seyid Rıza, görüşmeye giderken 10 Eylül 1937’de yanında olanlarla birlikte Munzur dağlarının kuzey yakasını Erzincan’a bağlayan Ali Çavuş Köprüsü’nde nöbet tutan askerler tarafından sorgulanarak alıkonulur. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya 12 Eylül 1937 tarihinde Başbakanlığa gönderdiği telgrafta: „Seyid Rıza’nın bizzat, Hüseyin ve Battal oğlu Rıza adındaki iki adamı ile kayıtsız, şartsız ve silahsız olarak dün 11 Eylül 1937 saat 22’de Erzincan jandarmasına teslim olmuş olduğunu!..“ belirterek, devletin en yetkili ağzıyla Seyid Rıza ve yanındakilerin görüşmeye gittiklerini açıklamasına rağmen, gazeteler ise onları yakalanan şakiler olarak halka tanıtmışlardı. Valinin çağrısına uyan Seyid Rıza, bu çağrının bir tuzak ve tutuklamaya yönelik bir provakasyon olduğunu anlamış olsa da artık çok geç kalmıştı…
Teslim alındığında Umumi Müfettiş İzzettin Paşa kendisine sorar “Seyid Rıza siz misiniz?” Seyid Rıza: “Ben Dersim’li Rızo’yum. Dersim’de her meşe ağacının altında ve her dağın başında binlerce Rızo vardır. Şu anda siz hangi Rızo’yu soruyorsunuz?” der.
Devlet, Seyid Rıza’nın bir suikast yoluyla ortadan kaldırılmasını acil bir tedbir olarak düşünmüş, kendisine birçok kez suikast girişiminde bulunulur. Şahan ve Alişêr gibi büyük önderler bizzat devlet tarafından tertiplenen suikastlar yoluyla imha edilmişlerdi. Kemalistler, Dersim hareketini ezmek için öncelikle bu hareketin sınırlı sayıdaki en bilinçli ve en kararlı önderini imha etmeyi planlamış, bütün imkanlarını ortaya koyarak bu planlarını uygulamak istemişlerdi…
Seyid Rıza ve yanındakiler Ankara yerine Elazığ’a gönderileceklerini anladıklarında, o zaman da iş işten geçmiş, sonu karanlık olan bir yola yöneldiklerini anlamışlardı! Seyid Rıza, Erzincan Hükümet Konağı’nda bir süre alıkonulur. Sonra da tutuklu olarak hükümet konağından çıkarıldığında Seyid Rıza, orada toplanmış olan kitleye dönüp kendi dili olan Zazaca’yla şöyle seslenir: „Hukmato! Zurekero! Beşerefo! Şerefsiz ve Yalancı Hükümet!“ diye haykırır. Bu sözler, Türk hükümetinin ve basınının idialarının aksine Seyid Rıza’nın kendi isteğiyle barış görüşmelerini yapmak için geldiğini göstermekteydi. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın bu olayı çektiği telgrafa rağmen, silahsız insanları şaki gösteren hükümet, bunu bir zafere dönüştürmek için Seyid Rıza’yı yakalayıp mahkeme önüne çıkaracaklarını kamuoyuna bildirirler. Hükümetin bu komplosu çizilen plana göre başarıyla sona doğru götürülüyordu.
Tam da bu döneme rastlayan bir tarihte Atatürk’ün bu bölgeye yapacağı geziyi gazeteler şöyle yazıyordu: „Atatürk dün akşam şark vilayetlerine bir tetkik seyahatine çıktı. Beraberlerinde Başvekil Celal Bayar ile Dahiliye ve Nafıa Vekillerimiz de bulunuyor. „diye yazdılar. (13 Kasım 1937, Tan Gazetesi).
Atatürk’ün Ankara’dan yola çıkışı, Sıvas üzeri Malatya’ya varışı çok sürmedi. Malatya’da bir süre kalarak, Malatya’da Emniyet Müdürlüğü’nü daha önceleri yapan genç bir müdür olan İhsan Sabri’yi daha Ankara’da iken bu olayla ilgilenmesi için Emniyet Genel Müdürlüğü’nce Elazığ’da yapılacak işlerden yetkili kişi olarak gönderilmesi karara bağlanmıştı. Asılma işlemleri formalite olarak kanuna uydurularak Atatürk, Elazığ’a ulaştığında her şeyin O’nun iki dudağı arasında çıkacak olan bir emirle bitirilmesi çalışmaları hızlandırılmıştı. Bu formaliteleri de bölgeye daha önce ulaşmış olan İhsan Sabri Çağlayangil onları kendisine verilen emirler doğrultusunda teker teker yerine getirmeye çalışıyordu. Bu olayın en yakın görgü tanığı ve hükümetin de temsilcisi sıfatıyla orada hazır bulunan İhsan Sabri Çağlayangil, ömrünün sonlarına doğru yazdığı anılarında olayın bazı karanlık noktalarını aydınlatmaya karar vermiş olacak ki bu konu hakkında açıklamalarda bulunur, söyleşiler yapar. Anlatılanlar O’nun büyük bir devlet adamı oluşu nedeniyle de son derece önemlidir. Anılarında İhsan Sabri Çağlayangil, Seyid Rıza ve Dersim Aşiret liderlerinin nasıl hukuksuzca yargılandıklarını yıllar sonra, çarpıcı bir şekilde anılarında yazdıkları gibi itiraf eder. Atatürk ile Seyid Rıza’yı Elazığ istasyonunda özel beyaz trende bir araya onları getirme konusunu da devlet sırrı olarak hep gizli tutuldu. Bu buluşma konusuna bir türlü açıklık getirilmez oldu. Sonraları büyük bir partinin genel başkanlığını yapan birisine bu konuyu yazmamak kaydiyle, Atatürk ile Seyid Rıza’yı buluşturduğunu yaptıkları röportaja da yansıtmıştı. Bir kez haber çıkınca, o haber çıktığı yerde pek durmaz! Haber su gibi akar gider. Atatürk bizzat Seyid Rıza’nın asılma işiyle uğraşırken, olayın gizli tutulmasını, Atatürk’ün Seyid Rıza’nın hayatını af edip, kurtarıcısı konumuna çıkarmak için uğraşılar verilirken, bu konuda çalışıp görev alanlar başarılı da olmuştu. Böylece bu olayla Atatürk, Aleviler tarafından hem sevilmiş, hem de Atatürk idamlara yetişmiş olsaydı, Seyid Rıza’yı da af edecekti, söylendisi her tarafta yayılmıştı. Avrupa toplumları böylesi konularda, hem öldürtüp, hem de kendini sevdirten cinsinde olan konulardaki toplumsal olaylara „Stokholm Sendromu“ adını vermişler. Yani katiline aşık olma deyimi, bu toplumsal konuya açıklık getiren en iyi bir anlatım şeklidir! Hem astıracaksın, hem de bunu kim astırdı diye de karşı çıkacaksın! Tam da bir iki yüzlülük örneği!..
Mustafa Kemal Atatürk ile Seyid Rıza görüşmesi resmi olarak devletin istihbarat raporunda belirtildiği gibi kesinlik kazanınca, o güne kadar devletçe inkar edilen görüşmeme görüşü de bir yalana dönüşür. Bu konu son zamanlara kadar tam da bir muamma idi. Fakat böyle bir görüşmenin yapıldığını bölge halkı çok iyi biliyordu. Ayrıca bu görüşmede Seyid Rıza’nın Mustafa Kemal’e karşı net bir duruş sergilemiş olduğu da kulaktan kulağa yayılmıştı. Zira adı geçen buluşmada Mustafa Kemal’in, Seyid Rıza’dan affedilmesine yönelik aman dilemesini beklemiş ve bunu da göremeyince küplere binmiş! Kafasının hoş oluşuyla, Seyid Rıza gibi ömrü seksen yaşlarına varan ve ak sakalları göğsünün üstüne kadar inen nurani bir ihtiyara kabaca davranmaya kalkışması, bu davranış Seyid Rıza’yı kızdırmıştı. Devlet son zamanlara kadar böyle bir karmaşık gecenin tüm sırlarını gizlemiş, karşılıklı geçen diyalogların içeriğinin bilinmesini büyük bir özenle gizli tutmuştu.
Eğer Seyid Rıza, o gece affedilmeyi istemiş olsaydı, o görüşme gizlenmeyecek, gazetelerin manşetinde yer alacaktı. Hem de Seyid Rıza’nın şahsında Dersim mağlup edilecek, hem de Mustafa Kemal bir zafer daha kazanmış olacaktı. Bu beklenen durum ve diz çöktürme olayı belli ki yerine gelmemiş ve bazılarının arzuları kursağında kalarak, arzu sahiplerini çıldırtmıştı…
Seyid Rıza’nın küçük oğlu Reşık Hüseyin savaş sırasında bir uçak şarapneliyle yaralanmıştı. Bunu haber alan Türk istihbarat reisi Şevket Bey, Seyid Rıza’nın büyük eşine haber göndererek kendisiyle görüşmek istediğini bildirmişti. Seyid Rıza’nın küçük eşine karşı olan büyük eşi Elif Hatun, Şevket Bey’in görüşme önerisini kabul etmiş ve bu görüşme sonucunda zavallı yaşlı kadın aldatılarak, yaralı olan oğlu Reşık Hüseyin’i Elaziğ’a götürüp tedavi etmek üzere Şevket Bey’e emanet etmişti. Şevket Bey, yaralı çocuğu Elaziğ merkez hastahanesine yatırmış ve tedavi ettirecek yerde babasının planları hakkında bilgi vermesi için kendisine işkence yaptırdıktan sonra, bu cesur gençten hiç bir bilgi alamayacağını anlayınca, kendisine bir annenin emanet bıraktığı bu genci de babasının davasına, yaşını büyüterek ekleyip idam cezasına çartırırlar. Seyid Rıza’nın idam cezasını kendisine bildirdiklerinde, bir arzusunun olup, olmadığını sorduklarında: “Beni, oğlum Reşik Hüseyin’den önce asın!” der. Kendisine verilen cezaya gelince yaşının 75’in üzerinde olmasına rağmen, kendisinden yaşça çok küçük olan, hatta büyük oğlunun yaşındaki Muhundulu Seyit Hüseyin’in şahitliğiyle yaşı 57’ye indirilerek küçültülür ve kendisine idam cezası verilir. İdamından sonra, Seyid Rıza ve oğlu Reşık Hüseyin için dönemin askeri komutanı ve daha sonrasının da Cumhurbaşkanı olan Cevdet Sunay’ın “Tedip ve Tenkil Harekâtından Muaf Tutulduklarına Dair Berat” kararı açıklanır. Dahası “Mustafa Kemal, Elazığ’a yetişseydi idamı durduracaktı” söylentisi yayılır. Bu söylentiye Dersimlilerin çoğu bugün de inanır. O dönemde Dersimlilerden, katliam sorumlusu olarak, Mustafa Kemal, İsmet İnönü ve Celal Bayar arasında tercih yapılması istenir. Sorumluluktan İsmet İnönü ve Mustafa Kemal nispeten de olsa halk tarafından az sorumlu tutularak, sorumluluk Celal Bayar’a yüklenir. Oysa katliamın gerçek sorumlusu üçünün de temsil etmiş oldukları devletin ta kendisiydi…
Seyid Rıza ve oğlu Resık Hüseyin Elazığda mahkemeye götürülürken
Seyid Rıza Elazığ’da
Erzincan’dan Elazığ’a getirilen Seyid Rıza ve 71 Dersimli yargılanırlar. Mahkeme heyeti 11 kişi hakkında idam kararı verir. Çok yaşlı oldukları gerekçesiyle 4’ünün cezası müebede çevirerek 30 yıla indirilir.
Seyid Rıza ve arkadaşlarının duruşması 18 Ekim 1937’de Elazığ’da başlar. Bundan sonrasını resmi görüşe yakın Ahmet Emin Yalman’ın Tan gazetesinden izleyelim ve gazete konuyu halka şöyle duyurur: “Seyid Rıza, 18 Ekim günkü duruşmada Demirhan, Haydaran ve Yusufhan aşiretlerinin elebaşlarının 20 Martta Kalmut köprüsü’nü yaktıklarına dair ifade veren şahide “Allaha, devlete karşı gelmek için kudurmuş muyum ben!?” diye haykırarak el kaldırır ve itiraz eder. Sonra şahit olarak Muhundulu Hüseyin dinlentilir. Kamer Ağa, kendini satmış olan şahide itiraz ederek şöyle haykırır: “Başına şapka koydun da adam mı oldun?” Şahit aşiret reislerinin yanında bir Ermeni casusuna rastladığını da söyler. Yine bu şahidin ifadesine göre aşiret reisleri bir devlet kurmak için Munzur’da su içmek suretile yemin etmişler. Hüseyin, Demirhanlıları ikna etmiş, fakat Seyid Rıza şöyle bağırır: “Su içen, yemininden dönmez!” demiş!
Şahidin bu ifadesi hakkında ne diyeceği Seyid Rıza’ya sorulur. O, böyle bir suçlamayı katiyen kabul etmez, red eder. Yusufan Aşireti reisi de şahid için :“Bu adam casustur, bir şeyh oğludur. Bizi teslim olmamaya teşvik etti.” der. Bundan sonra şahit Hıdır çağrılır ve isyanın başlangıcı hakkında malumat vererek: “Reisler, kabile halkına, devlet kurmak için Ermeni’den dört milyon altın geldi.“ der. Reislerden Hiso da Seyid Rıza’nın evinde plan çizenler arasındaymış. O’na da bu konuda bir diyeceğin var mı? Diye sorulduğunda:” Şahidin ifadesi tamamen uydurmadır“ der. Bu ifadelerden sonra mahkeme ertelenir. (19 Ekim 1937, Tan Gazetesi)
Tunçeli isyanı maznunlarının muhakemelerine bugün de devam edildi. Bugünkü celsede bir kısım suçluların mazbut ifadeleri okundu. Dinlenen şahitler, karakolu basanların Seyid Rıza’nın aşiretinden ve damatlarından olduğunu, Seyhanlı aşireti reisi Haso Seydo’nun da askeri mühimmatı yağma edenler arasında bulunduğunu söyler. Bu celsede en dikkate değer taraf Seyid Rıza’nın torununun şahadeti oldu. Bu torun, dedesinin 60 silahlı şahısla beraber olduğunu anlattı. Verdiği tafsilat karşısında Seyid Rıza, bir hayli şaşkınlıklar geçirdi ve tevil yollu cevaplar vermek mecburiyetinde kaldı. Seyid Rıza’nın adamlarından Zeynel’in ifadesi de suçluları şaşırttı ve aşiret reislerini itirafa mecbur bıraktı. (23 Ekim 1937, Tan Gazetesi) diye yazar.
Tunceli isyanı maznunlarının bugün de muhakemelerine geç vakte kadar devam edildi. Bugünkü mahkemede isyan hadisesine ait olan Nazimiye, Hozat, Malazgirt kaymakamlarının o sırada verdikleri raporlar ve suçluların silahlı olarak devlet kuvvetlerine karşı geldiklerine dair delilli telgraflar da okundu. Güya suçlu gösterilenler suçlarını inkara devam etmişlerdi. Muhakeme ayın üçüne kaldı. (2 Kasım 1937, Tan)
„Tunceli isyanı suçlularının muhakemelerine bugün de devam edildi. Seyid Rıza ve suç ortakları yine mahkemenin karşısına çıktılar. Bugünkü celsede iddia makamı iddiasını okuyarak, suçlulardan bir kısmının Türk Ceza Kanunu’nun 149. maddesinin ikinci fıkrasına göre cezalandırılmasını, bir kısmının da yine ayni maddenin üçüncü fıkrasına göre cezalandırılmalarını istedi. Neticede muhakeme müdafaa için Cumartesiye kaldı. İkinci fıkraya göre cezaları istenilenler arasında Sergerde (isyancı) Şeyh Rıza (Seyid Rıza) ve oğlu (Resık Hüseyin) ve aveneleri bulunmaktadır. Bunlar hakkında istenilen ceza idamdır. (5 Kasım 1937, Tan) diye yazar.
Muhakemenin son celselerinde Seyid Rıza ve arkadaşları tamamiyle olanlar karşısında şaşkındılar. O dönemde Elazığ Valisi Şefik Bey, Savcı Hatemi Senihi Bey, Emniyet Müdürü Serezli İbrahim Bey, Savcı yardımcısı ve İhsan Sabri Çağlayangil’in sınıf arkadaşı Şükrü Sökmensüer asılma hadisesinin en önemli sorumlularıydı. Yeterince Emniyet Genel Müdürlüğü’nün siyasi şubesinden elemanlar ile sivil memurlar gereken tedbirleri almışlardı. Atatürk’ün istasyondan halkevine kadar gelirken korunmasını da bu ekibe verilmişti. Devletin resmi görevlilerin yanı sıra, çoğunlukla bu konuda yetkili olanlar devletin gizli tutulan bölge istihbarat birimiydi. Her şey onların kontrollerinde yönlendirilip yapılmaktaydı.
Savcı Hatemi Senihi Bey, Emniyet Müdürü Sezerli İbrahim Bey, savcı yardımcısı resmi tatil günü Cumartesi öğleden sonra Atatürk, Pazartesi günü Elazığ’a gelecek diye kendi aralarında açıklamalarda bulunuyorlardı. Adı geçenler kendi aralarında konuşmalarını şöyle sürdürerek: „Bizden istenilen: Asılacak olanlar bu arada asılsın ve Atatürk’ün karşısına „Beyaz Donlular“ çıktığı zaman iş işten geçmiş olsun!..“ kararlarını gözden geçiriyorlardı.
Tan Gazetesi ise olayı şöyle yazmaktaydı:“Dersim şakilerinin elebaşısı mahut Seyid Rıza, çok bitkin bir vaziyettedir. Birbirlerini itham ediyorlardı. Seyid Rıza’nın mahkemede okunan mektuplarında, çok küstahça ve ahmakça satırlar vardı. Seyid Rıza, takip müfrezeleri çekilmediği takdirde çok kan döküleceğini, kendisinin 70 aşiretiyle başka yere gideceğini, hükümete katiyen teslim olmayacağını yazmaktaydı. Savcının geçen celsede okuduğu iddianamede yalnız dokuz kişinin beraatı istenilmektedir. Kararın şu günlerde açıklanması muhtemeldir. (8 Kasım 1937, Tan) diye yazar.
„Cumhurreisimiz Atatürk’ün, bugünlerde Şarki ve Cenubi Anadolu’da geniş bir tetkik seyahatine çıkmaları muhtemeldir. Büyük Şef’imizin bu seyahat esnasında Mersin veya Antalya’dan vapurla İstanbul’a geçmeleri de ihtimal dahilinde görülüyor. Başvekilimiz Celal Bayar ile Dahiliye Vekili ve Parti Genel Sekreteri Şükrü Kaya ve Nafıa Vekili Ali Çetinkaya’nın da bu seyahat esnasında Atatürk’ün beraberlerinde bulunacakları öğrenilmektedir. Nafıa vekilimiz bu seyahat esnasında Diyarbekir-Cizre hattının temel atma töreninde bulunacaktır. (9 Kasım 1937, Tan)“ der.
„Atatürk Dün Akşam Şark Vilayetlerine Bir Tetkik Seyahatine çıktı. Beraberlerinde Başvekil Celal Bayar ile Dahiliye ve Nafıa Vekillerimiz de Bulunuyor (13 Kasım 1937, Tan)“
1934 İskan Kanunu, 1935 Tunç-eli Kanunu ve 4 Mayıs 1937 tarihli Tunceli Tenkil Harekatına Dair Bakanlar Kurulu Kararı bizzat Mustafa Kemal’in emriyle çıkarılmıştı. Bu karar ve kanunların altında Mustafa Kemal’in de imzası var. Birisinin bir karar altında imzası olunca, benim yapılan o işlerde haberim yoktu sözü anlamsız kalır. 4 Mayıs 1937 günü Dersim’in kaderini belirleyen bakanlar kurulu toplantısına da Atatürk, bizat kendisi başkanlık etmişti. 4 Mayıs’ta alınan kararla „Dersim Tertelesi“ başlatılmıştı. Trabzon’daki Atatürk Köşkü’nde bulunan bir haritanın üzerinde asılan bir yazıda, Atatürk’ün Dersim Harekatı’nı yönettiği de yazılı olup, harita üzerinde işaretlenmiş bulunmaktadır. Haritada Dersim bölgesi işaretlenmiştir. Askeri planlar bizat Mustafa Kemal Paşa tarafından yapılıp, çizilmiştir. Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen ise anılarında Dersim’i bombalama emrinin Atatürk tarafından kendisine verildiğini yazar.
Seyid Rıza’yı gizlice astıran Atatürk iki gün sonra Elazığ’a yeni resmi geliyormuş gibi yakın çevresiyle!..
Atatürk’ün Elazığ Yolculuğu
12 Kasım 1937 günü Atatürk, Sıvas’ta tren istasyonunda kendisine ait olan vagonunda bölgenin ileri gelenleriyle gizli bir toplantı yapar. Koçgiri halk harekatının açmış olduğu yaraların iyileşip, iyileşmediğini öğrenmek ister. Dersime geçmeden önce bölgenin bir tehlike arz edip, etmediğini araştırır. Durumun Sıvas’ta sakin oluşu, O’na daha büyük bir güven verir. Akşam üstü kendisine ait olan treniyle Malatya’ya hareket ederek, 14 Eylül 1937 günü Atatürk Malatya’da durum değerlendirmesini bir kez daha halk ile yapmayı uygun görür. Malatya’nın eşrafıyla Kernek Kanalı kenarındaki Atatürk Köşkü’nde bir araya gelir. Malatya’nın merezinde eskide en çok sanat ve ticaretle uğraşan Ermenilermiş. Onlar merkezde azınlığa düşünce, Sünni Kürtler ile Sünni Türkler uzun süre Malatya Merkezinde itifak halinde hep egemen oldular. 1950’li yıllardan sonra şehire inme korkusunu atan Aleviler de artık şehire inip, yerleşmeye başlar. Mustafa Kemal’in Malatya görüşmesi etkin olan Sünni Kürt ve Türklerin katılımıyla bir gövde gösterisine dönüşmüştü…
Malatya eşrafı ile yapılan görüşmeden sonra, Jandarma Alay Komutanı olan Sırrı Sami Bey’i huzuruna çağırtır. Bir süre sonra Sırrı Sami Bey’in yerine vekalet eden Yarbay Kemal Atabek’in Atatürk’ün huzuruna çıkması için dışarda bekletildiği yaveri tarafından Atatürk’e bildirilir. Atatürk, Yarbay Kemal Atabek’i de harbiyede mezun olduktan sonra, doğuya atandığı yıllardan beri tanımaktaydı. Güvenilir genç bir subay olduğunu, Elazığ Valisi Ali Galip Bey’in, kendisini ordu müfettişi iken Sıvas’ta yakalatıp gözaltına alma girişiminden dolayı Kemal Atabek’i tanıyordu.
Bir an eskiye giderek, Sıvas toplantısına saldırı planlarının Malatya’da hazırlanarak yapılacağını kendisi daha önceden haber almıştı. Toplantı oldukça önemliydi. Çünkü toplantıdan sonra Saltanat yanlısı olan Elazığ Valisi Ali Galip Bey, Mustafa Kemal Paşa’nın Sıvas’taki toplantısını basacak; O’nu esir aldıktan sonra İstanbul’daki hükümete teslim edecekti…
23 Haziran 1919 tarihinde Emekli Yarbay Ali Galip, Sadrazam Damat Ferit Paşa tarafından Elazığ Valiliği’ne atamıştı. Aslında bu atama Vali Ali Galip’e bir görevi yerine getirme ile ilintiliydi. Verilen görev ise Mustafa Kemal Paşa’yı Sivas Kongresi’ni yaparken, O’nu tutuklamaktı. Sadrazam Damat Ferit Paşa, bu işi başardığı taktirde, karşılığında kendisine Sivas Valiliği’nin yanısıra 3. Ordu Komutanlığı’nı da teklif etmişti. Ali Galip bu teklife sıcak bakarak, yeni görevi kabul etmişti. Vali Ali Galip, Kayserili olduğu halde Kürtlerle de arası oldukça iyiydi. O zaman Kürt Tali Cemiyeti üyeleriyle de yakın teması vardı. Sadrazam Damat Ferit Paşa, Elazığ Valisi Ali Galip Bey’e, Sivas Kongresi’ni 200 Kürt ile basmasını ve Mustafa Kemal Paşa’yı da öldürmesini, ya da diri yakalamasını emretmişti.
O dönemde İngiltere adına Edward Covbert Noel, Kürt hareketiyle yakından ilgilenmekteydi. Malatya Mutasarrafı Halil Rahmi Bey’in evinde misafir olarak o günlerde kalıyordu. Elazığ Valisi Ali Galip, İçişleri Bakanlığı’nın yazılı emriyle Sivas Kongresi’ni basmak üzere 200 silahlı adamıyla Sivas’a gider. Ancak Malatya’da hazırlanan planlar İstanbul ile yapılan telgraflarla hazırlanmıştı. Malatya Telgrafhanesi’nde görevli memurlar İçişleri Bakanlığı ile Elazığ Valisi arasında yapılan yazışmaların birer kopyalarını da gizlice Mustafa Kemal Paşa’ya ulaştırmışlardı. Vali Ali Galip, Sivas Valisi Reşat Bey’den Mustafa Kemal Paşa’nın Sivas’a gelir gelmez tutuklanmasını ister. Sivas Valisi Reşat Bey, Vali Ali Galip Bey’e „Sen de buradasın! Sıkıyorsa sen tutukla!“ diyerek özel görevli Vali Ali Galip’e karşı çıkmıştı. Bunun üzerine Elazığ Valisi Ali Galip, Mustafa Kemal Paşa’ya hiç bir işlem yapmadan Malatya’ya geri döner.
Malatya Mutasarrıfı Halil Bey, Bedirhan Paşa ailesindendi. Her ne kadar tarafsızlığıyla tanınmış olsa da, O’nun Bedirhanilere ve saltanata da yakın olduğu biliniyordu. Toplantıya katılıp, katılmayacağı belli olmamakla birlikte, toplantıya göz yumacağı anlaşılmaktaydı. Mutasarrıf Halil Bey’in Kürt Teali Cemiyeti’nin kurucularından olan ve Kürtlerin tanınmış Cizre Beyi, Bedirhan Paşa’nın çocuklarından Mir Ali Celadet ve Mir Kamuran Bedirhan ile yakın akrabalığı vardı. Amed (Diyarbakır) mirlerinden Ekrem Cemilpaşa ile beraberlerindeki İngiliz İstihbarat Binbaşısı Edward Covbert Noel’in de Elazığ Valisi Ali Galip Bey ile Malatya’da yapacakları toplantıya katılacak olan kişiler arasındaydı.
O zaman Atatürk’ün Malatya Jandarma Komutanlığına postahane adresine gönderdiği şifreli bir telgrafı, Malatya Belediye Reisi olan Asaf Kantırcı tarafından Malatya Mutasarrıfı olan Halil Bey’e bildirmişti. Mutasarrıf Halil Bey, postacısı vasıtasıyla Mir Celadet ve Mir Kamuran Bedirhan’a durumun cidiyetini bildirir. O zamana kadar da jandarma mürfezesi adı geçen kişileri yakalamak için harekete geçmişti…
Jandarma mürfezesinin başında da genç evlenmemiş teğmen Kemal Atabek vardı. Bedirhanilerin kaldıkları adres ise Mutassarıf Bey’in evine çok yakındı. Mutasarrıf Halil Bey, kendisine çok gelen önemli misafirlerini bu misafirhanesinde ağırlamaktaydı. Bu eve daha jandarmalar gelmeden önce, alınan haber üzerine misafirler evden ayrılarak, yönlerini Samsur’a (Adıyaman) doğru vererek şehir dışına çıkmışlardı.
Jandarmalar iki katlı eve gelip arama yapana kadar, aradan bir saat kadar zaman dilimi geçmiş oluyordu. Teğmen Kemal Atabek, civardakilere burdaki misafirler hangi tarafa gittiler? Kendisini dinliyenler içerisinde ince, uzun boylu, sakallı bir ihtiyar, eliyle Batı yönünü göstererek: „İşte o tarafa doğru gittiler! Yani Çılmıktı (İsmetpaşa-Yeşilyurt) istikametine doğru gittiler!„ der. Komutan tekrar dönüp sorar:
Kaç kişiydiler? Yaya veya atlı mıydılar?
İhtiyar adam: „Dört kişiydiler. Atları falan da yoktu. Yaya idiler. Na, işte şu yöne doğru giderseniz, ilerde belkide ulaşırsınız!“ diyerek konuşmasını bitirmişti…
Komutan ihtiyara son sorusuymuş gibi yaklaşarak:
„Silahlı mıydılar?„
Evet, evet sanki silahıydılar! Görünürde göze çarpacak silahları yoktu. Sanki silahlarını ellerindeki uzunca olan ve heybelere benziyen örtülere saklamış gibiydiler. Yani kısacası sakin kişiler değildi. Hepsi de silahlı gibiydi!.. Sanki şaki değildiler. Yiğit insanlara benziyorlardı. Çünkü üst başları, kıyafetleri düzgün efendi ve beyler gibiydiler!..
Komutan ve beraberindeki bir manga asker Çılmıktı (yeşilyurt) yoluna yaya olarak olarak yönelirler. Yarım saat sonra askerler Barkuzu tepelerini tırmanmakta olan dört kişiyi görürler. Aralarında bir kilometre kadar mesafe ya vardı, ya da yoktu. Askerlerin yaklaşmalarını gören Bedirhanilerde bir telaş başlamıştı. Komutan uzakta gelen, anlaşılamayan seslerden, onlara yaklaştıklarını fark etti. Onların sesi geldiğine göre, ben bağırsam beni de işitirler, diye kendi kendine bir mütaalada bulundu. O ara öndekiler bir tepeden inerek gözden kayboldular. Askerler önlerindeki tepeyi tırmandıklarında, karşı yamaçtaki dört kişiye daha da yaklaşmışlardı. Artık askerler bir atımlık mesafede onları takip etmekteydi. İsteselerdi onları vurabilirlerdi! Jandarmalar onların diri yakalanması için emir aldıklarından dolayı, vuracak şekilde ateş etmiyorlardı. Teğmen Kemal Atabek: “Teslim olun! Sizi vurmak istemiyorum!“ diye bağırıp duruken; karşı taraftan da artık silah sesleri arka arkaya gelmeye başlamıştı.
İngiliz istihbarat Binbaşısı Edward Covbertin Noel, çok deneyimli bir subaydı. Arkadaşlarına dönüp:„Bunlar peşimizi bırakmayacaklar! Gereken cevabı vermek zorundayız„ der.
Celadet Ali Bedirhan Bey: “Askerleri vurmamız da iyi olmaz! Buna göre bir çözüm bulmamız gerekir.„ diye O’nu yanıtlamıştı.
Binbaşı Noel: “Onları caydırana kadar savunmaya geçmezsek bizi vururlar“ dedi.
Sonra Celadet Ali Bedirhan, askerlere doğru bağırarak, dürbünüyle komutanın genç olduğunu, belki de yeni evlenmiş biri olduğunu düşünerek O’na şöyle bağırır:“Oğlum, bak daha gençsin! Biz de sizi vurmak istemiyoruz. Vursaydık hepinizi şimdiye kadar bitirmiştik! Geri dönün! Peşimizi de bırakın. Bizi fazla zorlamayın. Sizinle hiç bir işimiz yok!„ der.
Bir süre sonra, aradan da epey zaman geçmiş olacak ki her iki taraftan da silah sesleri kesilir. Bedirhaniler de Çılmıktı’nın (Yeşilyurt) güneyine düşen yamaçları tırmanarak Gündüzbey’in üst tarafından kendilerini Beydağı’ndan Nemrut Dağı yönüne doğru yönlendirirler…
Aradan yıllar geçmişti. O genç teğmen şimdi kapıda görüşmeyi bekleyen Yarbay Kemal Atabek’in kendisiydi. Atatürk’le görüşme sırasını beklerken teğmenlikten yarbaylığa kadar geçen o uzun 18 yılı sanki dünmüş gibi hayalinden geçirdi. Sıranın Kemal Atabek’e geldiğini yaver kendisine bildirdi. İçeri girdiğinde de bir asker selamını verdikten sonra Atatürk’ün elini öpmek istedi. O ise elini öptürmiyerek tokalaşmayı uygun buldu.
İlk söze başlayan Atatürk oldu. Konuya şöyle giriş yaptı: „Şimdi artık iş zamanı! Boşa konuşacak zamanımız yok. Sanırım seninle daha önceleri de tanışmıştım. Çok önemli bir olayın önüne geçmiştiniz. Belki de o olayla hayatımı kurtarmıştınız. Elazığ Valisi Ali Galip Bey, amacına erişmiş olsaydı, Sıvas’ta toplantıya katılacak olan tüm delegeleri asacak veya hapse atacaktı.“ der. Atatürk sonra Yarbay Kemal Atabek’e bakarak: “Hatırladın mı beni komutan?“ der.
Yarbay Kemal Atabek: „Hatırladım efendim. İçeri girmeden önce, dışarda beklerken, olayı dün olmuş gibi hafızamda bir daha canlandırdım!“ diyerek konuşmasını kısa kesti.
Atatürk, buyur ederek yarbayı karşısına oturtur. Kemal Atabek, önce oturmak istemediyse de Atatürk:“Otur, otur!“ der. Sonra konuşmasını şöyle sürdürür: „Önemli bir işimiz var. Onun üzerinde konuşacağız. Atatürk hemen düşüncelerini uygulamaya koyar. Biliyorsunuz Dersim ve Elazığ’da önemli hadiselerle uğraşıyoruz. Her ne kadar harekatımızın sonuna doğru gelmiş isek de, ufak bir yanlışlık bugüne kadar yaptığımız tüm olumlu işleri de alt üst eder. Sana soracağım sorulara doğru cevap vereceğinden hiç şüphem yoktur“ der.
Atatürk sorularını sırasıyla sormaya başlar: „Bir süre önce Malatya’da Emniyet Müdürlüğü’nü yapan İhsan Sabri Çağlayangil’i nasıl bir kişi olarak tanıyorsunuz? Ne kadar güvenilir biridir? Bu konuda bana kısa ve net bilgiler ver!„ der.
Kemal Atabek, bildiklerini sırasıyla anlatmaya başlar:“Efendim! Zatı Aliniz’in de bildiğiniz gibi, müdürümüzün doğum yeri İstanbul, 1908 idi. Yakınen tanıyordum. Beraber bir süre çalıştık. O, 1931 yılında İstanbul Hukuk Fakültesi’ni bitirmiş. Daha sonra İçişleri Bakanlığı Emniyet Genel Müdürlüğü bünyesinde çeşitli kademelerde önemli görevler üstlenmiş bir kişiydi. Galiba bilemediğim ve sizce bi,linen başka bir görei de olabileceğini seziyordum. Bu konu benim görev sahamın dışında kalır. Yani O, yaşı genç, fakat deneyimi fazla olan zeki bir insan. Alacağı görevin üstesinden geleceğine inancım da tamdır. Zatı Alinizin de buna inanmasını isterim. Zaten tayini yine Ankara’ya yeni çıktı. Bir süredir yine Malatya-Elazığ arasında önemli özel bir görevle görevlendirildiğini biliyorum. Yeni görevini bana kendisi anlatmadı ve ben de kendisine sormadım! Bu konu dışındaki bilgilerim tam ve güvenilir bilgilerdir.“ der.
Atatürk, yaverine seslenerek, Malatya’da kendisini karşılayanlar arasında yer alan İhsan Sabri Çağlayangil’i de içeri almasını bildirir. Bir karışıklığa meydan vermemek için Kemal Atabek, Atatürk’e bakarak:“Ben de yavere eşlik etsem iyi olur. Belki birbirlerini tanımada zorluk çekerler!“ diyerek ayağa kalkar ve müsade alarak yaver ile birlikte dışarı çıkarlar.
Kısa bir aradan sonra Emniyet Müdürü İhsan Sabri Çağlayangil ve Yarbay Kemal Atabek geri dönerek, Atatürk’ün huzurunda yerlerini alırlar. Aralarında tam bir mutabakat sağlandıktan sonra Atatürk, kendilerine dönerek kaybedilecek zamanımız yok. Bura ile Elazığ’ın arası ne kadar sürer?
Kemal Atabek:“Efendim, 100 kilometre kadardır. Tren ile bir-iki saat sürer.„ der.
Atatürk, saatine bakar ve ilave eder:„Hemen derhal istikamet Elazığ!“ der.
Malatya’da gerçekleştirdiği ziyaretlerinin akabinde Saat 14.00’te Malatya’dan Elazığ’a gitmek üzere yola çıkar. Malatya’da beraberinde Başbakan Celal Bayar ve manevi kızı Sabiha Gökçen de vardı. Mustafa Kemal’in resmi olarak Malatya’dan sonra yol üstündeki Elazığ’a değil de, önce Diyarbakır’a geçmesi ve ters bir şekilde Diyarbakır’dan sonra Elazığ’a uğramasının sebebi, ya da öyle göstermesinin nedeni Seyid Rıza’nın asılması sorumluluğunu üzerine almamak içindi. Seyid Rıza ve arkadaşlarının idam edilmesinin yarattığı etkiden kendisini sorumlu tutmamak için böyle bir seçeneği seçmişti. Bu konu hakkında dönemin görgü tanığı olan İhsan Sabri Çağlayangil anılarında:“Emniyet Genel Müdürü Şükrü Sökmensüer Bey, bana dediki: Atatürk, Soyungeç Köprüsü’nü açmaya gidecek. Dersim harekatı bitti. Beyaz donlu altı bin doğulu Elazığ’a dolmuş. Atatürk’ten Seyid Rıza’nın hayatını bağışlamasını isteyecekler. Beyaz donluların Atatürk’ün karşısına çıkmalarına meydan vermeyelim. Oysa, biz mahkemenin kararını Atatürk gelmeden evvel vermesini ve geldiğinde Seyid Rıza meselesinin kapanmış olmasını istiyorduk. Ben bunu halletmek için Hükümet tarafından oraya gönderilmiştim. Fakat biz bu işleri belki zamanında halledemeyeceğiz diye, Atatürk bir gün sonra Elazığ’a geldi.“ diye yazmaktaydı.
Atatürk’ün Ankara’dan yola çıkışı, Sıvas üzeri Malatya’ya varışı, günü gününe ve saati saatine bugün dahi çok iyi bilinen bir gezi. Asılma işleminin yapıldığı zamanlamaya gelince, birden gezi bilinmeyen bir çok karanlık nokta ile bilinmezliğe bürünmüştü. Zaten asılma işlemleri sadece formalite olarak, kanunlara uydurularak, uyduruk bir şekilde yürütülüyordu. Atatürk, Elazığ’a ulaştığında her şeyin O’nun iki dudağı arasında çıkacak olan bir emir ile idam işinin bitirilmesi istenmekteydi!
Görgü tanığı ve hükümetin de temsilcisi sıfatıyla İhsan Sabri Çağlayangil, anılarında devlet adamı olması ve tek taraflı düşündüğü halde, anlattıklarının taraflı biriymiş gibi kabul edilse de, görgü tanığı olması nedeniyle, anlattıklarının büyük çoğunluğunun doğruluğa son derece yakın olduğu için önem taşır. Bu konuya İhsan Sabri Çağlayangil, aydınlatıcı ışık vermemiş olsaydı, Seyid Rıza ve Dersim Aşiret liderlerinin nasıl hukuksuzca yargılandıklarını öğrenmek mümkün olmayacaktı. O’nun devlet adına çarpıcı itirafları, bugünkü devlet yöneticilerinin Dersim’e özür borçlu olduklarını söylemelerini gündeme getirmişti.
Mustafa Kemal’in Malatya’dan Elazığ’a, oradan Diyarbakır’a geçmesi planlanırken idamların gerçekleştirilmemiş olması, Diyarbakır planını değiştirerek önce Elazığ’a, sonra Diyarbakır’a gider. Fakat o dönemde yazılanlara bakılırsa, sanki Atatürk Elazığ’da durmadan, Maden ve Diyarbakır’a gitmiş, daha sonra idamlar gerçekleştikten sonra da Elazığ’a döndüğü, o dönemin gazetelerinde haber olarak verilmişti. Mustafa Kemal Atatürk, zaten 14 Kasım 1937 gecesi Elazığ’daydı. Sadece bu durumu gizlemek amacıyla önce Diyarbakır’a gidip ardından da Elazığ’a geldiğinin bilinmesini istemekteydi. Tüm kaynaklarda gezinin bu bölümü muğlakta kalmaktaydı.
Mustafa Kemal Atatürk’ün 14 Kasım’da Malatya’dan Elazığ’ın Yolçatı’sına, oradan da hiç durmadan aynı gün içerisinde sırasıyla Sivrice, Maden ve Diyarbakır’a gittiğini söyleyenlerin bir çelişkisi daha vardı. Mustafa Kemal Atatürk, 14 Kasım 1937’de Pazar gününe rastlayan bir zamanda saat 14.00’te Malatya Garı’ndan kendi özel treni ile yola çıkar. Malatya- Elazığ arası 103 kilometredir. Bilemedim iki saatlik mesafe. Yolçatı’ya gittikten sonra hemen Sivrice’ye gitmiş olduğunu kabul edildiğinde, en geç akşam saatlerinde Sivrice (Hazar) Gölü’nün kenarından geçmesi gerekirdi. Oysa Mustafa Kemal Atatürk’ün Sivrice Gölü yakınından geçerken, trenden inerek gölü izliyor ve diyorki: „Burası şüphesizki dünyanın en güzel köşelerinden biridir!“ O’nun bu değerlendirmesini Kemal Zeki Gençosman bir anlatımında şöyle dile getirmişti: “Rahmetli Atatürk Diyarbakır’a gidiyordu. Demiryolu gölün kıyısından geçer. Sabah serinliği idi. Hususi trenini durdurdu. Gölün kıyısına indi! O sabah saatinde Atatürk’ün bu güzel su kenarında çocuklar gibi şen yüzünü görmek gerekti. O güne kadar adı „Sivrice Gölü“ olan bu gölün adına Atatürk „Hazar Gölü“ adını verdi!” diye yazmıştı.(I)
Mustafa Kemal Atatürk’ten alınan bu alıntıdan da anlaşacağı gibi O, Sivrice’ye 15 Kasım sabah erken saatlerinde varmıştı. Bu demektir ki 14 Kasımı 15 Kasım’a bağlayan gece Atatürk Elazığ’da konaklanmış. Zaten Ulus gazetesinin 16 Kasım 1937 tarihli sayısında “Atatürk ve arkadaşları öğle yemeklerini (…) Gölcükte yemişler ve trenlerinden inerek göl etrafında iki saat kadar devam eden tekiklerde bulunmuş ve ilgililere bazı emirler vermişti. Atatürk’ün treni saat 14.10’da Maden’e varmıştır.” haberi yayınlandığı için tereddüde yer kalmadan Mustafa Kemal’in 14 Kasım akşamı Elazığ’da konakladığını söylemek yanlış sayılmazdı!
Mustafa Kemal Atatürk, 14 Kasım Pazar günü Elazığ’da kalmadan Diyarbakır’a geçebilecek iken, Seyid Rıza’yı idamdan önce görmek için o geceyi Elazığ’da geçiriyor ve yukarda bahsettiğimiz gibi idamların Pazar’ı Pazartesi’ye bağlayan gece yapılmasını istiyordu.
Atatürk’ün bu isteğini eski dişişleri bakanlığını da yapmış olan ve özel istihbarat ile içli dışlı olan İhsan Sabri Çağlayangil ise anılarında olayın bu bölümüne şöyle ışık tutar:“Tren Baskili geçtikten sonra bir iki defa mola verir. Özel tren Elazığ garına girmeden önce Elazığ-Diyarbakır yol ayırımında durur ve tren kesik bir makasa çekilir. Tren ile birlikte gelen Atatürk’ün yaverinden başka özel bakıcısı ve güvenilir kadar da nöbetçisi vardı. Malatya’da da Jandarma Alay Komutan vekili Yarbay Kemal Atabek ile Malatya’da Emniyet Müdürlüğünü yapan ben de „İhsan Sabri Çağlayangil“ vardım.“ der. Sonra O’nun anılarında:“Güvenilir ekiplerin yanı sıra Atatürk’ün özel konfurlu trenine Malatya’da bir vagon daha ilave edilmişti. Atatürk, Yolçatı İstayonu’nda, yataklı vagonunda dinlenerek zaman geçiriyordu. Yolçatı hem tenha ve Elazığ’a göre de daha emniyetli sayılırdı.“ der.
İhsan Sabri Çağlayangil anılarında:“Alay Komutan vekili ve yeni Malatya Emniyet Müdürü almış oldukları önemli görevleri yerine getirmek için Elazığ’ın merkezine çoktan varmışlardı. Yolçatı ile Elazığ arası jiple ancak yarım saat sürebilecek bir mesafedeydi. Ben ve Başta Macar Mustafa olmak üzere altı kişiyi alıp tren ile Elazığ’a gittik. Elazığ Emniyet Müdürü İbrahim Bey’e gittim. Savcı Bey için:“ O’nun kural dışı bir şeyi yapması mümkün değildi!” der.
O yine anılarında „Savcıya gittim. Durumu kendisine anlattım. Bu konuda Adalet Bakanlığı’ndan da bir şifre aldığını, ama mahkemelerin Cumartesi tatil olduğunu, tatilde ise sonuç almanın mümkün olmadığını bana bildirdi.“ Ve sonra ilaveten ekledi: “Ben mahkemeleri etkileyemem.” Oysa biz mahkemenin kararını Atatürk gelmeden evvel vermesini ve geldiğinde Seyid Rıza meselesinin kapanmış olmasını istiyorduk. Ben bunu halletmek için hükümet tarafından buraya özel görevle ve tam yetki ile gönderilmişim.“ dedim. Atatürk ile birlikte geldiğimizi söyleyemezdik. Yaptığımız iş kanuni değil; sadece kanuna uydurulacaktı. Daha doğrusu, oldu-bittiye getirilecek bir iş peşindeydik! Tatil gününe denk düşen bir kısa zamanda 16 yaşındaki bir çocuğun yaşını 22’iye; 78 yaşındaki bir ihtiyarın da yaşını küçülterek 54 yapacaktık!..
Çağlayangil:“Seyid Rıza’nın bu yaş küçültme davasında bir şahidin olması gerekiyordu. Muhundulu Seyit Uşen (Seyit Hüseyin), Seyid Rıza’nın yaşını belirleme davasında tanık olarak gösterildi. Hakim tanığa, Seyid Rıza’nın yaşının kaç olduğunu, bilip bilmediğini sorduğunda, hakim de verilen yanıtta tutanağa 57 yaşındadır, diye yazdırdı. Sonra yaşı küçültülen Seyid Rıza’ya dönerek: „Tanık beyanına bir itirazının olup olmadığını sordu. Seyid Rıza, işlemin bir formalite olduğunu anlatarak ve yargıca şu düşündürücü yanıtı verdi:“Hakim Bey! Ne desem boştur. Şahit büyük oğlumdan iki yıl küçüktür. Oğlumdan küçük biri yaşımı nereden bilecek? Kanun böyle birinin şahitliğini kabul ediyorsa, bu hukuksuzluğa karşı ne denir ki?!.“ diye yanıtladı.
İhsan Sabri Çağlayangil anılarında: “ Bu kısa sürede o kadar adama idam kararı verip ve ertesi gece de asacaktık!.. Bunları yıllar sonrası düşündüğümde, ne kadar da vicdan azabı çektiğimi tarif edemiyordum!“ diye yazar.
İhsan Sabri Çağlayangil, anılarında bu konuda: „Savcı yardımcısı hukuktan sınıf arkadaşımdı. Bana, “Sen valiye söyle, bu savcı rapor alsın gitsin. Ben senin istediğini yaparım!” dedi. Biz mahkemenin tatil günü işlemesini ve alınacak sonucun infazını istiyorduk. Savcı, rapor aldı. Arkadaşım vekil olarak savcının yerine geçti. Mahkeme hakimini evinde buldum. Gittiğinde mahkemenin aldığı kararı yazdırıyordu. Hakimle konuştuk. Kendisi kararı daktiloya çektirmekle meşguldü. Hakim bana: “ Cumartesi mahkeme toplanmaz, ancak Pazartesi günü mahkemeyi toplar, kararı veririz. Salı günü de idam hükümlerini yerine getiririz!” dedi. Çağlayangil: „Kendilerine emrin büyük yerden geldiğini bir türlü kimseye anlatamıyordu. Ne olursa olsun, verilen karar mutlaka yerine getirilecekti!„ Çağlayangil anılarında:“O zamanlar dördüncü bölgede temyiz hakkı yoktu. Abdullah Paşa, sıkıyönetim kumandanı olarak kararı tasdik edecek. O da, “ yukarıdaki karar tasdik olunur” demiş, basmış boş kağıda imzasını. Yukarıya “ Abdullah Paşa’nın idamı” diye yazsanız kendisi asılacak. Hakime dedik ki: “Bu dediğiniz gün Atatürk geliyor. Maksat hasıl olmuyor ki.”
Hakim: “başkaca bir şey yapılamaz!” diyerek kestirdi attı. Ben de kendilerine sordum: “Sizin saat 17:00’den sonra davaya devam ettiğiniz olmuyor mu?”
Bana verdiği yanıtta:
“Ooo, çok oluyor! Gün oluyor gece dokuzlara, onlara kadar çalışıyoruz!” cevabını verdi.
“Eee, sondan beş saat ihlal ediyorsunuz da, baştan beş saat ihlal etseniz, olmuyor mu? Yani Pazar akşamı sahurdan sonra mahkemeyi açarız, dedim.
Elazığ’da Seyid Rıza’yla beraber 58 kişi kurulan İstiklal Mahkemesi’nde “isyana teşvik ve vatana ihanet” suçundan yargılandılar. Elazığ’da kurulan sözde bu mahkemede sanıklara savunma hakkı dahi verilmedi. Bu yapmacık mahkemede Seyid Rıza ile beraber 6 kişi daha idam cezasına çarptırıldı. Diğer Dersimli esirlere ise ömür boyu hapis cezası verildi. Mahkeme göstermelikti. Çünkü verilecek hüküm önceden tesbit edilmişti… Ankara’dan gelen emirle verilen hüküm, kurulan mahkemece onaylanmıştı.
Mahkeme kararı açıklandı. Yedi kişi ölüm cezasına çarpıtırılmış, sanıklardan bazıları beraat etmiş, bazıları da çeşitli hapis cezaları almıştı. Kararlar okununca hakim ilamda idam lafını kullanmadığı ve ölüm cezasına çarpıtırılmaktan bahsettiği için verilen hükmü iyi anlamamışlardı. Kendi aralarında: “İdam Çino-idam yoktur!” diye bir vaveyle koparmışlardı. Verilen hüküm kesindi. Seyid Rıza, İhsan Sabri Çağlayangil ile karşı karşıya geldiğinde O’na sorar:“Beni asacaksınız, değil mi? dedi. Sonra bana dönerek, anlamlı anlamlı beni süzerek baktı! Hayır diye O’nu yanıtladım! Yanıtımı yineleyerek: „Yok, yok! Sen Ankara’dan beni asmak için buraya geldin! Senin acelen de bundandır!“ der. Hayır diye bir daha yanıtladım!
Seyid Rıza: „Hani, beni Ankara’ya Atatürk ile örüştürmeye götürecektiniz?!.!“ diye O’na bir soru yöneltir. Çağlayangil kendisine dönerek:„Atatürk ile görüşmeyi çok mu istiyordunuz?“ diye sorar.
Seyid Rıza, O’na:“ Evet, barış olsun, dökülen kanlar artık son bulsun diye O’nunla görüşmeyi çok istiyordum. Ne yazık ki sizlerin dediklerine hep aldandık. Yine de bir ümit olur diye bir daha son defa barışı denemek istedim. Meğer barış ümitlerim boşunaymış! Namertten mertlik olur mu? Be hey memur bey!„ diye kükriyerek bağırır!
Çağlayangil, Seyid Rıza’ya bakarak:“ Baba Pir! Sen ki yalan, dolan bilmeyem birisisin! Ben ise emir kulu. Hem de yalan ve dolanla donatılmış bir emir kuluyum! Ne desem yalan ve boş! Ama son barış isteğin bir nebze de gerçekleşsin diye seni Atatürk ile buluşturma isteğini yerine getirmeye çalışacağım. Sadece bu yalan değil ve bunu senin temiz ve barış dolu olan vicdanın için yapacağım! Bu sözüm sana söz! Bu buluşma gerçek olacak“ der. Seyid Rıza, bu sözlerden bir anlam çıkarmaz. Fakat O’na anlamlı anlamlı susarak, bakmayı tercih eder.
Çağlayangil: “Atatürk“e haber yollamıştık. Tüm işlemler bitti diye. İdamları gerçekleştirmek için son gelecek olan emri O’ndan bekliyorduk. Seyid Rıza’nın kendisiyle konuşmak istediğini de ilave etmeyi unutmamıştım. Beklenen haber bir süpriz ile bize ulaştı! Atatürk, O da Seyid Rıza’yı görmek istiyormuş! Gelen haberi alınca Seyid Rıza’ya ulaştım. O’na bir daha baktım. Göz göze gelerek bakıştık. Sanki ermiş bir şahsiyetle karşı karşıyaydım. İlk kez idam edilecek bir insanla yüzyüze geliyordum. O, çok sakin ve onurlu bir duruş sergiliyordu. Bana bakarak güldü. Sanki son sözü olan Atatürk’le görüşmesi oluşuyormuş gibi anlamlı, anlamlı bana baktı. Hani, vakit tamam dercesine!..“
Biz Seyid Rıza’yı aldık. Otomobilde benim ile polis Müdürü İbrahim Beyin arasına oturttuk. Önde de şoför ve bir emniyet görevlisi yerlerini aldılar. Jeep jandarma karakolunun yanından geçerek, Elazığ garına doğru yol almaya başladık. 10 dakikalık bir yolculuktan sonra Atatürk’ün karargah gibi çok korunan ve kaldığı yere ulaşmıştık. Arabanın içi sessizdi. Bizler konuşmayınca Seyid Rıza da hiç konuşmuyordu…
Araba durunca Seyid Rıza: „Menzile mi eriştik?„ diye sordu.
İhsan Sabri Çağlayangil, Seyid Rıza’ya doğru başını çevirerek: „Menzile eriştik ve biraz sonra da son arzunuz gerçekleşecek! Zira biraz sonra siz Atatürk’ün huzurunda olacaksınız, dedim!“
Bu yanıta Seyid Rıza’nın hiç de inanacağı yoktu. Çünkü O’na verilen sözler hep boş ve yalan çıkmıştı. Bu da o yalanlardan biriydi, dercesine başını sağa sola hafifçe sallar gibi yaptı!.. Kendisini bir düşünce deryasına bıraktı. Sonra şaşkınca dışarıya doğru baktı! Nerdeyiz? diye sessizce sordu.
Çağlayangil, nerdeyse bu asırlık yaştaki adamın asılacağına bir hukukçu olarak hiç de gönlü razı olmuyordu. Bir kez emir verilmişti. Yapmaktan başka da çaresi yoktu. Boşuna dememişler:„Emir, demiri de keser!„ diye. Çağlayangil, dünyanın hiç bir ülkesinde bu yaştaki adamların asılmadığını düşündükçe hukukçuluğundan utanıyordu!..
Çağlayangil anılarını şöyle sürdürür:“Arabamıza yaklaşan görevliler göründü. Sonra adamı indirin, diye bir komut işitildi. Arabadan indirilen Seyid Rıza, araya alınarak Atatürk’ün kaldığı vagona doğru götürüldü. Vagonun giriş kapısı önünde yaverin sadece suçlu ile birlikte Sayın İhsan Sabri Çağlayangil ve bir de Zazaca-Türkçe bilen tercüman girecek. Diğerleri de olduğunuz yerde bekleyin, komutu sessizlikle dinlenildi. Yaver önde, ortada Seyid Rıza ve onun arkasında İhsan Sabri Çağlayangil ve tercüman diye alınan birisini nöbetçiler içeri aldılar! Sessizlik tüm ortalığı sarmış ve çıt diye bir ses çıkmıyordu!“
İçerde neler konuşuldu? Nasıl bir duruş ortaya çıktı? Bu bir sır olarak halen gizemini koruyor. Bilinen odurki içerde fazla kalınmadı. Bir süre sonra paldır, küldür Koca ihtiyarın dışarı çıkarıldığı görüldü. Ayni araba ve kadroyla tekrar asılacak olan yere dönüldü. Bu kez araba sessiz değildi. Seyid Rıza, mırıldanarak konuşuyor, ağzından çıkan kelimeler de tam anlaşılamıyordu…
Çağlayangil: „Araba geniş meydanda durdu. Seyid Rıza, arabadan inince karşısında bir dizi sehpa gördü. Artık yolun sonuna gelinmişti.“ der.
Hakim: „Elektrikler kesiliyor“ dedi. Ona da bir çare bulduk. Otomobil farları ile hapishaneyi aydınlatırız. Halkevi’ne lüksler koyarız. Hakim bu defa: „Samiin (seyirci, dinleyici) yok!“ dedi. Ona da çare bulduk. Samiin de getiririz. Kaç kişi asılacak? Onu karardan önce söyleyemem, dedi. Ama ekledi: „Savcı 27 kişinin idamını istedi. Biz ona göre mi hazırlığımızı yapalım? Bilemem!“ dedi. Ceza İnfaz Kanunu her asılanın ayrı bir yerde asılmasını, asılanların birbirini görmemesini emrediyordu. Bu şartı da yerine getirmeye çalıştık. Her meydana dört sehpa kurduk. Vali bir de çingene cellat buldu. Saat gece 24’te Farlarla çevreyi aydınlattık. Mahkemenin 72 sanığı var. Sanıkları aldık. Mahkemeye götürdük. Çingene de geldi. Adam başına on lira istedi. “Peki” dedik. Sanıkların çoğunluğu Türkçe bilmiyordu!..
Çağlayangil: “Bu sırada Fındık Ağa asılıyordu. Asılırken iki kez ipi koptu. Ben, Fındık Ağa asılırken, Seyid Rıza görmesin diye pencerenin önünde durdum. Sonra sıra Seyid Rıza’nın 16 yaşındaki oğluna gelmişti. Seyid Rıza’nın „Kırk liram ve saatim var, oğluma verirsiniz.“ vasiyetine karşılık; „Oğlunu da asacağız“ cevabı üzerine; „Beni oğlumdan önce asın!„ vasiyetini yapmak isteyen Seyid Rıza’ya oğlu Reşik Hüseyin’i O’nun gözleri önünde astıklarını, O’na seyrettirdiler!..
Yıllar sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakan’ı devletin o zamanki uygulamasını çağdışı bularak, Dersimlilere devletin yanlış yaptığını açıklarken şöyle der: „ Dersim olaylarının üzerinden 77 yıl geçti. Kasım 2014’te Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı Tunceli Vilayeti’ni ziyaret ederek, onlara şöyle seslenir: „Artık bütün gönülleri birleştirmenin zamanı geldi. Bu topraklarda bir daha bu acıların yaşanmaması gerektiğini düşünüyorum. Gerektiğinde özür dileme erdemini göstermeliyiz. Vicdanın kabul etmediği hiçbir şeyi devlet de kabul etmemeli. Hepimiz bu toprakların evladıyız. Hepimiz insanız. Acıları anlamadan, hüzünleri yaşamadan gönlümüzün diliyle hitap edemeyiz. İskilipli Atıf Hoca ile Seyid Rıza’nın idama yürüyüşlerindeki temel ortaklık, devletin resmi ideolojisinden farklı düşünmekti. Biz şunu diyoruz, bundan sonra devletin resmi ideolojisi olmayacak. Devletin bir tek, milletle bağı ve aidiyeti olacak. Milletin, toplumun her kesimiyle bağı olmayan bir devlet resmi ideolojiyle yaşayamaz. Resmi ideolojinin dayattığı tarih anlayışıyla da gelecek inşa edilemez. Hep beraber konuşacağız, kızmadan, öfkelenmeden. Hepimizin yaşadığı acıları paylaşarak konuşacağız.
Dersim isminin ne kadar önemli olduğunu biliyoruz. Dersim’in adı nasıl değiştirilmişse başka yerlerin adı da değiştirildi. Başkalarının acılarını örtüp kendi acılarımızı öne çıkarırsak helalleşmeyi yapamayız. O yaraları saracağız. Yanlışı savunmak kimseye çözüm değil. Devlet milleti adam etmek için yoktur, millete hizmet etmek için vardır. Geçmişin yanlışlarını sahiplenmek fayda getirmz ama geçmişin yanlışları üzerinden kin üretmek de fayda getirmez.
Dersim’deki eski kışla müzeye dönüştürülecek ve adı ‚Dersim Müzesi’ olacak. Tunceli Üniversitesi Rektörü’müz, üniversitenin adının ‚Munzur Üniversitesi’ olmasını talep etti. Munzur Üniversitesi adı da size hayırlı olsun, sayın Dersimliler! Biz yüzleşiyoruz ve söylüyoruz. Size zulm edildi ve ayıp edildi! Oğlumu benden sonra asın! diye yalvaran Seyid Rıza’yı anarak O’nu asanlara “zalim bir zihniyet” demesi, duygu dolu bir andır. Bu toprakların tarihinde, önemli bir enstantanedir. 1938’da Dersim harekatını yapan o “zalim zihniyet”, kendi vatandaşını bir tehdit olarak görüyordu.
Herkesin Dersim olaylarıyla ilgili kanaatleri farklı olabilir. Bunları tarihi araştırmalar içine sokabiliriz. O tarihi araştırmaların neticesini de bekleyebiliriz. Ama bana kimse, 78 yaşındaki bir yaşlının idama giderken feryadına sessiz kalıp, önce onun gözü önünde oğlunu öldüren zihniyet, kimi temsil ediyorsa etsin, o zihniyet zalimce bir zihniyettir. O zihniyeti savunanlar devleti savunmuş olmazlar. O zihniyet üzerinde devlet beka bulamaz. O zihniyetle yüzleşmeden de devlet, yeniden milletiyle buluşamaz. Biz artık yüzleşiyoruz!..“ der.
Ayni gün Başbakan, daha sonra partisinin Merkez İlçe Kongresi’nde şu konuşmayı yapar: „Dersim biziz, biz Dersim’iz! Eğer Dersimli bir kardeşimin dedesinden kalan bir acısı varsa, eğer gönlünde bir gönül yarası varsa, o yarayı sarmak önce bize düşer. O yaraya sebep olanlara karşı sesimizi yükseltmek önce bize düşer.“ der. Bu konuşmalar çok güzel yerinde olan konuşmalardı! Fakat hiç bir uygulaması olmayan bu söylenilmiş sözler ise sadece boşta kalarak, anlamsızlaşmışlardı!..
Seyid Rıza’nın küçük oğlu Resik Hüseyin, tedavi edilmekte olduğu hastahaneden ayni gece alınarak babası ve yakın dava arkadaşlarıyla birlikte idam edilmişti. Bu vatan şehitlerinden başka ayni gece Yusufan aşireti reisi Kanber, Kureyşan aşireti reisi Seyid Hüseyin, Ali ağa ve diğerleri idam edilirler. Dersim’in bağımsızlığı ve Dersim ulusunun Özgürlüğü davası uğrunda şehit olan bu yedi Dersim kahramanı hakkında 10 Kasım 1937 tarihinde verilen idam kararı, 15 Kasım 1937’de Elazığ’ın Buğday Meydanı’nda şafakla birlikte infaz edilir.
İhsan Sabri Çağlayangil, anılarında bu tarihi olaya şöyle ışık tutar:“Seyid Rıza’yı meydana çıkardık. Hava soğuktu ve etrafta kimseler yoktu. Ama Seyid Rıza, meydan insan doluymuş gibi sesizliğe ve boşluğa hitap etti:„Evladı Kerbelayim! Bê gunayim! Ayıbo, zulimo, Cinayeto! (Evladı Kerbelayık! Bi gunayık! Ayıptır, zulümdür! Cinayettir!)“ der…
İhsan Sabri Çağlayangil’in ağzından Seyid Rıza’nın:“Kerbela evladıyız, günahsızız, ayıptır, zulümdür, cinayettir” sözleriyle idam sehpasını kendisi tekmeleyerek, Hakk’a yürür. Seyid Rıza’nın mahkemede, hakim ve savcıya söylediği sözleri bugünün Dersim gençliğine bıraktığı en büyük mirasıdır. Seyid Rıza, kendisine zülmeden zorbalara baş eğmeden, diz çökmeden, dik duruşuyla günümüzün yurtseverlerine yeni bir özgürlükçü çığır ve duruş armağan ederek Hakk’a yürümüştü!..
İhsan Sabri Çağlayangil: “Benim tüylerim diken diken oldu. Bu yaşlı adam, rap rap diye darağacına doğru yürüdü. Çingeneyi itti. İpi boynuna geçirdi. Sandalyeye ayağı ile tekme vurdu, infazını gerçekleştirdi!.. İhtiyarın bu cesaretini takdir etmekten kendimi alamadım. Asabım çok bozuldu. Emniyet Müdürüne: Ben üşüdüm, otele gidiyorum, dedim ve oradan acele bir şekilde ayrıldım.” der. Çağlayangil’in üşümekten çok sinirsel olarak barsakları bozulmuş, iç çamaşırlarını kirleterek, kendini kaldığı otele zor atmıştı…
Çağlayangil’in anılaında yer almayan ve dilden dile dolaşarak günümüze kadar gelen Seyid Rıza’nın Atatürk ile buluşmasında söyledikleri: “Ben senin hile ve yalanlarınla baş edemedim! Bu bana dert oldu! Ben de senin önünde diz çökmedim! Bu da sana dert olsun!..“ dediği halen Dersimlilerin kulaklarında yankılanıp, dillerinde dolaşarak günümüze kadar gelmektedir!..
Seyid Rıza’nın hayatı gibi ölümü de tarihe geçerek, unutulmayan önemli simalar arasına girdi. Tam aydınlanamayan ve yeri dahi bilinmeyen Seyid Rıza’nın mezarı ise tüm Dersim coğrafyası oldu. Bir söylentiye göre Seyid Rıza ve arkadaşları asıldıktan sonra cesetleri yakılmış, külleri ise gökten yere uzanan bir hortumla alınarak tekrar göğe savrulduğu söylene gelmişti. Sonra yağmur damlacıklarına karışan küller yere yağmur olup serpildiler. O küller Dersim dağlarının, ormanlarının yeşilliğine ve geniş yaylalarındaki gür otlakların verimine bereket kattılar. Yiğit insanlar diyarı Dersim, Seyid Rıza’ya olan sadakatlarıyla, halen o günden bugüne, boyun eğmez o kutsal dağların bekçisidirler. Artık her yerde, her taşın dibinde Seyid Rıza’nın deyişiyle bir Dersimli Rızo vardır! Aradan asılmasından bu yana, yaşı kadar zaman geçti. O’nun heykeli, Dersim’in merkezinde, bütün heybetiyle Dersimlilere yol gösteriyor. Onlara tarihi cesaret ve güç veriyor!..
Cumhuriyetin kuruluşu üzerinden günümüze kadar nerde ise yüz yıl geçti. Dersim ve genelde tüm Kürtler demokratik ve insani olan tüm haklarından halen mahrum kaldılar. Anadilleri dahi yasaklı! Şu dönemde anadilleri yasaklı olmasa da okullarda Kürt ve Zaza çocukları kendi anadiliyle halen öğrenim yapamamaktalar.
Atatürk, Dersime iki büyük felaketi kendini sevdirerek yaptırdı. Biri Dersim’in kökünün kazılması, ölmeyip kurtulanların da sürgüne gönderilmesine bizzat kendisi karar verdi. Dahası bu zülmü yaptırırken de kendini Dersimlilere bir kurtarıcı gibi sevdirmesini başardı. Dersim’de yapılacak harekatın talimatını devlet başkanı Mustafa Kemal Atatürk de şu demeciyle kendisi onaylar: “İşlerimizin en önemlisi Dersim meselesidir. Bu yarayı, bu korkunç çıbanı temizleyip ve kökünden kesmek işi her ne pahasına olursa olsun yapılmalı ve bu hususta en acil kararların alınması için, hükümete geniş yetkiler verilmelidir!” der. Hükümet de bölge emniyet müdürlerine, yerli işbirlikçi ajanlara ve askeri birliklere „Her ne şekilde olursa olsun isyanı bastırıp bitirin!“ emrini verir. Atatürk’ün idamlardan haberi yokmuş gibi halen günümüzde düşünen Dersimlilerin sayısı ise az değil. Atatürk’ün haberi olsaydı „idamlar önlenecekti“ sözlerinin içinde büyük bir şüphe ve yalanı da içermektedir!..
İsmet İnönü’nün 25 Ekim 1937’de Atatürk tarafından başbakanlıktan alınması ve yerine Celal Bayar’ı tayin eder. Türkiye’nin 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in, Türkiye’nin 3. Cumhurbaşkanı Celal Bayar’dan dinlediği bir anıyı şöyle nakleder: “Atatürk, Mareşal Fevzi Çakmak ve Celal Bayar birlikte konuşuyorlarmış. Neticede Tunceli’yi temizlemek lazım geldiğine birlikte karar vermişler. İsmet İnönü’nün Tunceli’de daha fazla temizlik yapmaya istekli olmadığını bildiklerinden(!), dönüp Celal Bayar’a sormuşlar: „ Sen bu temizliği yapabilir misin?“ diye sormuşlar. Celal Bey’in Süleyman Demirel’e anlattığı biçimiyle: „Yaparım!“ demiş. Celal Bayar konuşmasını şöyle sürdürmüş: „İsmet Paşa’da bir parça Kürt kanı vardı.“ demiş. Türkiye’nin 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in anlatımına göre, İsmet Paşa’nın oğlu Erdal İnönü de kendisine bir iki kez demiş ki:“Bizde biraz Kürt kanı vardır!“ Demirel’in aktardığı bu anı, İsmet Paşa’nın Kürt olarak taraf tutacağı göz önünde bulundurularak, O’nun yerine Atatürk ve Mareşal Fevzi Çakmak’ın tavsiyeleri doğrultusunda Başbakanlığa Celal Bayar atanmış…
İsmet İnönü’nün başbakanlıktan ayrılmadan önce Türkiye Büyük Millet Meclisi kürsüsünde yaptığı bir Dersim konuşması oldukça ilgi çekicidir. İsmet İnönü’nün başbakanlık görevinden alındığı tarih 25 Ekim 1937’dir. Meclis’teki konuşması ise görevinden alınmadan bir ay öncesine 18 Eylül 1937 tarihine denk gelmektedir. Konuşmanın özeti şöyledir: “Arkadaşlar! Şimdi size, Tunceli’deki vaziyetin bu günkü halini arz etmek isterim. Cumhuriyetin imar ve ıslah programına muhalefet eden, nüfusları az olmakla beraber, altı aşirettir. Bugün bu altı aşiretten müşevvik (teşvik eden) ve sergerde (elebaşı) ne kadar adamlar varsa bunlar reisler ile beraber faaliyet imkanından tamamen mahrum bırakılmışlardır. Altı aşiretten birinin reisleri imha edilmiş ve diğerlerinin reislerinin hepsi yakalanmış, adalete teslim edilmiştir! Cumhuriyet ordusu ve zabıtası, bu hadise esnasında yaptığı takiblerde, hurafa olarak zihinlerde yerleşen ne kadar uçurum halinde dere ve ne kadar çıkılmaz dağ varsa, hepsini Ankara sokakları gibi baştan başa geçmişlerdir.“ İsmet Paşa, konuşmasını özetle şöyle sürdürür: “Sorun çözüldü” anlamına gelen bir şekilde konuşmasını mecliste sürdürürken: “Arkadaşlar! Mukavemet (karşı durma) vaziyetini bertaraf (ortadan kaldırma) ettikten sonra halkının refah ve serbestisi için takip edilen programa devam ediyoruz. Dersim, konusu halledilmiştir! Artık üzerine varılacak bir şey kalmamıştır!” der. Celal Bayar’ın başbakanlığa getirilmesinde gözetilen hedefin, Dersim’deki harekatın sürdürülmesi olduğunun bizzat Bayar’dan aktarılmasının ışığında baktığımızda, İnönü’nün bu konuşması yeniden anlam kazanıyor.