Yaşamımda iz bırakan anılar - 9
Son Bölüm
Sivas’ın bazı ilçelerinde Kürtlerin yaşadığını bildiğimden acaba bu Koçgirîli Kürtler nerededir, merak etmekteydim. Tek ana caddesi ve bazı yan sokakları her gün dolaşmama rağmen tek kelime Kürtçe konuşanı duymadım. Çarşı Karakolu’na varmadan bir yan caddeye ilk kez yürürken geniş bir meydana geldim. Marangoz dükkânları ve kışlık odun satanlar vardı. Meydanın ortasında çok sayıda kişi ayakta bekliyorlardı. Yanlarına yaklaşınca çoğu yanıma gelip; “İş için adama ihtiyacın varsa hazırız,” dediklerinde yok dedim. Yanlarından geçerken Kürtçe konuştuklarını fark ettim. Ertesi gün yine oraya gittiğimde yine yanıma gelip adama ihtiyacın varsa hazırız, dediler. Bu kez Kürtçe konuşan birisine; “Nerelisiniz?” soruma “İmralılıyız,” ben de; “Yani Koçgirîlisiniz” deyince biri; “O eski ismidir,” dedi. Sivas’ta Kürtleri böyle meydanda birileri gelip işe götürmelerini, hamallık yapmalarını görünce üzüldüm.
Çermikli doktorun sıcak ilgisi beni şaşırtmıştı, yine de kimseye bir zararım olmasın diye dikkat etmek istiyordum. Bir akşamüstü kaldığı otele gittiğimde lobide bir polisle oturmaktaydı. Doktor polise: “Hemşerim Çermiklidir,” bana da; “Polis hemşerimiz Erganilidir,” diye açıklamada bulundu. “Ergani Üçevler’de bir eniştemiz var,” der demez yüzüme bakıp; “Sen Muharrem dayının mı yoksa Cemal dayının m oğlusun?” sorusuna şaşırıp, “Cemal’in” dedim. “Sen, Cuma abemi soruyorsun, Hava abla yengemdir.” deyip, ”Burada ne yapıyorsun?” diye sordu. “Cezaevi sonrası sürgün cezamı çekiyorum” dediğimde yüz rengi değişti, eliyle alnını, yüzünü siler gibi yapınca rahatsız olduğunu anladım. Eniştemiz Cuma Üzülmez’in bir kardeşinin polis olduğunu duymuştum. Bana; “Sivas’a yeni tayinim çıktı yani sürgün edildim, çocuklarım Bursa’da kaldılar,” söylediğinde niye sıkıldığını anlamıştım. Fazla oturmadan kalktım.
Sivas’ta cumartesi ve pazar günleri insanlar ailece ana caddede yürüyüş yapmaktaydılar. Bir gün caddede yürürken okuldan bir arkadaşımı kucağında çocuğu ve iki bayanla yürürken gördüm. Bakışınca gözlerini benden çevirip yürüyüşe devam etmesi beni üzmüştü. Yüksekokulda akşam bölümünde okula grup halinde gidip geliyorduk. 1979 Haziran başında faşistlerle çıkan kavgada birlikte tutuklanmış Mamak Askeri Cezaevi C Blok’a götürülmüştük. İki haftadan fazla tutuklu kalmış, havalandırmada sık sık birlikte volta atıp benden Kürt sorununu sorup tartışmıştık. Devrimci Yol grubundandı ve Sivaslıydı. Ve şimdi de beni tanımamazlıktan gelmişti. Bu tür vefasızlıklara kendimi alıştırıyordum.
Sivas’a gelirken iki yeni takım elbise ile gelmiştim, üstüm başım hep düzgündü. Kravat takmayı sevseydim kravatla dolaşırdım. Kendimi sürgünlükten dolayı bitmiş, harap olmuş biri diye göstermek istemiyordum. Doktor’un hastaneye gel öğle yemeği yiyelim, teklifine evet deyip hastanede çalıştığı servise gittim. Sivas Tıp Fakültesinden 4-5 bayan öğrenci staj yapmaktaydılar. Beni onlara ve diğer doktorlara okul arkadaşım diye tanıştırınca bana saygılı davranmışlardı. Bir de sürgün olduğumu bilseler nasıl davranırlardı diye de merak etmiştim.
Karakola imzaya gittiğim 2. ve 3. haftalarda nöbetçi olan polis faşist birine benziyordu. Her gidişimde bir bahane bulup bana bağırıp çağırıyordu. Bir gün yine bana; “Niye ceketinin önünü düğmelememişsin” diye bir de tokat atınca, çok kızıp dişlerimi sıkıp ters ters baktım. “Ne bakıyorsun öyle!” deyip bir tokat daha vurdu. “Beni vurmaya hakkınız yok,” diye bağırdım. Bağırma sesimi duyan bir komiser gelip; “Ne oluyor,” diye sordu. Polis; “Amirim önünü düğmelemeden dayı yürüyüşle geliyor,” diye cevapladı. Komiser beni süzüp polise; “Lan bir daha karışma, nasıl gelirse gelsin imzasını atıp gitsin,” demesiyle bundan sonra artık sadece ters bakışları üzerimdeydi.
Bir akşam bir kahvenin önünden geçerken canım çay isteyince içeri girdiğimde Çermikli çocukluk, ilk ve ortaokul arkadaşım Rasim Özden’i gördüm. Son kez 1977’de Ankara’da polis elbiseli olarak görmüş bana MHP’yi savununca git işine demiştim. Masasında oturup burada mı görev yapıyorsun soruma; “Ankara’da görev yapıyorum, kız istemeye gelmişiz.” Bana; “Hapse düştüğünü duymuştum, okulda çok zekiydin sana mı kalmıştı komünistlik” demesine kızıp tersledim. Bana; “İki yıl açıkta kaldım, soruşturmada bir komünist elimizde kaldı...” deyince; “Ne diyorsun! İşkenceyle adam mı öldürdün?” O ise; “Adamın ailesi güçlüymüş, beni şikâyet edip açığa aldılar fakat sıkıyönetim komutanı Recep Ergün Paşa bana sahip çıktı ve tekrar göreve başlattı.” Çok kızmıştım. Ona; “Bu vatanı kurtarmak sana mı düşmüş, sen Ermeni’sin, benim dedelerimi yer altı mağarası Düden’e atmadılar, seninkini attılar,” dediğimde; “Bak, onu karıştırma” dedi. Ona; “Eğer burada sürgün olmasaydım bu sandalyeyi kafana indirirdim,” deyip kahveden çıktım. Moralim çok bozulmuştu, Ermeni kökenli biri Türkçülüğü savunup işkenceyle bir devrimci öldürüyor, diye oflaya puflaya otele gelip kendimi yatağıma attım.
Çifte minareli medresenin yanındaki Cami önü Cuma günleri dilencilerle doluyordu. Dilencilerden biri görme engelli olup elinde sazı vardı. Cami’den çıkmalarına az kala saz çalıp söylerdi. Bir parçası; “Dost bağının ayvaları eridi, ayva benim turunç benim nar benim”i çok güzel söylüyordu. Bu bitince 1969’dan beri sevdiğim Âşık Mahsuni’nin “İşte gidiyorum çeşmi siyahım” parçasını da çalınca yakınındaki küçük bir duvarın üstüne oturup dinlerdim. Cami’den çıkan hayırseverler dilencilere para atarken bir gün önümden geçen biri cebinden para çıkarıp önüme atmak istedi. Önümde mendil görmeyince de yüzüme baktı. “Ben, bu sesi dinlemek için geldim, dilenci değilim” dedim.
Param gittikçe azalmaktaydı, ailemden de para istemek istemiyordum, kafamda sürgün yerini nasıl bırakıp kaçmak fikri dolaşıyordu. Sivas Kongresi binası karşısında küçük bir park ve oturulacak birkaç bank vardı. Genelde göğüslerinde İstiklal Madalyası taşıyan yaşlılar oturmaktaydılar, bazen ben de oturup gazilerle arkadaş olmuştum. Gazilerle sohbet edip Sivas’ı, Kongre’yi, madalya niye aldıklarını sorardım. Biri konuşmayı seven biriydi ve bana; “O binada vatanımızı kurtarmak için toplantı yapılırken ben kapıda nöbetçiydim. Kemal Paşa Erzurum’dan Sivas’a gelirken yolda Kürt Halis Beğ’in adamları yolu kesmiş haberi gidince, Paşa yolu değiştirelim demesine yanındaki bir subay; “Hayır Paşam, gerekirse çarpışırız. En güvenli yol burası,” dediğinde aklıma cezaevindeyken koğuşa verilen Nutuk kitabında aynı olayı Mustafa Kemal’in farklı yazdığını hatırladım.
Amcaya; “Halis Beğ kim, burada Kürtler çok mu?” sordum. ”Halis Beğ bir zamanlar Sivas’ın en ileri gelen ve sözü geçen biriydi. 1500 atlı askeri varken Paşa’nın o kadar yoktu. Paşa akıllıca bir planla onun gücünü kırdı. Bak bu karşı mahallede hep Ermeniler otururdu, çoğunu da tanırdım. Biz Müslümanları kesecekleri haberleri gelince biz onları kesip hepsini Kızılırmak’a attık.” Ona “Çoluk çocukları da mı?” “Hepsini, çocuklar da Ermeni kanı taşıdığından büyürse bela olurdu.” Ona; “Hiç kimse kalmadı mı, çocukları evlat edinen, güzel kızlarla evlenen de mi olmadı?” “Tek tük oldu.”
Parkta gazilerle otururken 1974-76 yıllarında birlikte çalıştığım Konya Seydişehir’den bir işçi arkadaşı geçerken görüp çağırınca dönüp kucaklaşıp hal hatır sorduk. Hasan işten birlikte atıldığımızda memleketi Sivas’a dönmüş, DSİ’ye şoför olarak girmiş. Mühendislik okuduğumu bildiğinden; “Tayinin buraya mı çıktı?” sorusuna, ürkmemesi için yok dedim. Bana; “Yerimden memnun değilim, Karayollarında tanıdığın bir mühendis varsa oraya geçmek istiyorum,” deyince gerçeği söyledim.
Hasan; “Geçmiş olsun, burada nerede kalıyorsun” sorusuna bir otelde kalmaktayım dedim. Bana; “Gel bizim köylü birinin bir oteli var orda kâtiplik yap, o da alevidir devrimcileri sever” deyince gözlerim birden ışıklandı ve gidelim dedim. Birlikte Tarihi Meydan Hamam’ının karşısındaki otele gittik. Hasan benden bahsedip sana kâtiplik yapsın, her konuda bu arkadaşa güven her şeyine ben kefilim deyince Otel sahibi; “Tamam ücret ne istiyorsun?” Ben; “Yatacak yerim olsun yeter başka bir şey istemiyorum” deyince şaşırmıştı. Bana; “O zaman yemeklerin benden” demesine yine gerek yok, yatacak yer yeter bana deyip anlaştık. Yatacağım oda aynı zamanda ilkel bir resepsiyondu. Hasan sık sık yanına gelirim deyip kalkınca ona çok teşekkür ettim. Doktordan sonra işçi arkadaşımın da yardım elini uzatması beni sevindirmişti. Çalışacağım otelin sahibi üst katı komple Romanlara vermişti. “Bu kattaki odaları kiralıyoruz, öğleden sonraları otelde devamlı bulun, ben her gün uğrarım” deyip gitti. Keyfime diyecek yoktu, paramın çoğunu otele vermekten kurtulmuştum. Akşamları Romanlar hep müzik çalardı. Ayşe Şan’ın Kürtçe parçalarını da işitince zevkle dinlerdim.
Otelin karşısındaki üç katlı binanın üst katında bir kahveden bir gün çay alıp arka taraftan çıkmak isterken yan tarafta küçük bir odada insanların kumar oynadıklarını fark ettim. Masaya baktığımda bana her imzaya gidişimde sorun çıkarıp tokat atan polisle karşılaştım. Beni görünce yüzü ciddileşti bir açığını yakalamış, dikkatle ona ve masaya baktım. O günden sonra her imzaya gidişimde o polis nöbetçi olduğunda sadece suratını asıp laf söylemeyi bırakmıştı.
Otelin altında bir manifaturacı dükkânı vardı. Yaşlı ve sakallı biri çalışmaktaydı. Her gün Tercüman gazetesi alıp okurdu. Ben de okumak için isteyince verir günlük olayları Tercüman’ı okuyarak izliyordum. Tercüman yazarlarını, Rauf Tamer, Ahmet Kabaklı ve diğerlerini okuyordum. Yaşlı amca otel sahibinden niye burada olduğumu öğrenmiş, bana bir gün; “Alevi misin?” “Hayır” dedim. “Cuma namazına niye gelmiyorsun?” “Ben seferi sayılırım,” dedim. Bana; “Sürgün olduğunu biliyorum. Solcular kötü insanlar değiller. Ben muhafazakâr biriyim ve öğretmen emeklisiyim. Emekli maaşı yetmeyince burada çalışıyorum. Deniz Gezmiş’in babası Cemil Gezmiş’le aynı okulda öğretmenlik yaptık. Deniz’in çocukluğunu hatırlarım, ele avuca sığmaz ve korkusuz biriydi. Oğlumla aynı yaştaydılar ve bize de sık sık gelirdi. Onun önemli bir kişi olacağını tahmin ediyordum. Babası Cemil Gezmiş’le hâlâ haberleşirim,” demesini sakince dinledim.
Otelin karşısında eski yapılı bir hamam vardı, ismi de Tarihi Meydan Hamamı olarak yazılıydı. Önünde çok yaşlı ve göğsü İstiklal Madalyalı biri oturmaktaydı. Bir gün gidip yıkanıp iç çamaşırlarımı da yıkarken biri gelip; “Elbise yıkamak yasak,” değince tamam dedim. Otel sahibine hamamın sahibini tanıyorsan söyle ben çamaşırlarımı da haftada bir yıkıyayım dedim. Otel sahibi bana; “Bu hamam Ermenilerindi. Ermeniler buradan sürülünce o el koymuş. 100 yaşında kesin var ama hâlâ diri,” dedi. Gidip hamamcıyla birlikte konuştuk benim çamaşırlarımı yıkamama izin verdi. Çamaşırlarımı temizleme sorunum da hal olmuştu, hamamda yıkayıp otelde kurutmak için asıyordum.
Sürgünden nasıl kurtulacağımı hep düşünüyordum. Adalet Bakanlığı’nda görevli bir arkadaşım bir gün bana, askerlik sürgünü keser deyince Çermik Askerlik Şubesi’nden Çağrı Kâğıdı’nı istettim. Sürgün olduğum süre içinde gözleri üzerimde olan, her türlü yardımı esirgemeyen arkadaşımla Sivas Adliyesi’ne gidip mektup getirdiğim hâkimle konuşunca birlikte infaz savcısının odasına gittik. Hâkim; “Bunun askere çağrı kâğıdı gelmiş, askerlik sürgünü keser. Bir aylık izin verir misin,” deyince savcı; “15 gün verebilirim, gidip şubesi onu askere gönderirse bize bildirsin, eğer rapor veya askerlik yapamaz kararı alırsa hemen dönsün yoksa tutuklama kararı verip infazını da yakarım,” deyip 15 günlük izin kâğıdını yazdırıp imzalayıp bana verdi. Savcının odasından çıkınca hâkimin savcıya öfkelendiğini fark ettim. Teşekkür edip ilk otobüsle Sivas’tan ayrıldım.
Sivas’a 37 yıl sonra geçen yılın Kasım ayında kader arkadaşım Yusuf Ziya Topal ile birlikte gittik. İki gün içinde sürgünde kaldığım yerleri dolaştık. Adliye binası yıkılmış, imzaya gittiğim Çarşı Karakolu da yerinde yoktu, diğer yerler ise yerindeydi. Bu iki gün içinde yeniden aynı duyguları yaşamış, artık Sivas Sürgünü kitabımı bitirip yayınlamayı önüme koydum. Bu iki aylık sürede başımdan geçenleri üç yazıyla anlatmak mümkün değil, sadece seçtiğim bazı olayları yazmaya çalıştım. Tümünü ileride çıkacak kitabımda anlatacağım.