Ruşen Arslan
Geçtiğimiz yüzyıl yaşanan iki dünya savaşında, insanlık iki büyük soykırıma tanıklık etti. Birincisi 1915-1916 yıllarında Osmanlı İmparatorluğu’nun Ermeni halkına, ikincisi ise Nazi Almanyasının, ikinci Dünya Savaşı’nda (1939-1945) Yahudilere uyguladığı soykırımdır. Bu iki soykırım dışında, Türk ve Irak devletlerinin Kürtlere Zîlan, Sasun, Dersîm, Halepçe ve Enfal’de, Sırpların Yugoslavya İç Savaşı’nda Boşnaklara ve Ruanda’da Hutilerin Tutsilere karşı 1994 yılında yaptığı ve 800.000 insanın yaşamına mal olan soykırımları da sayabiliriz.
2 Haziran 2016 günü Federal Almanya Meclisi, 1915’te Ermenilere karşı yapılanları soykırım kabul eden bir karar aldı. Karar aynı zamanda Almanya’nın, Birinci Dünya Savaşı’nda Ermenilere uygulanan soykırımda payının olduğunu da kabul ediyor. Bence Federal Almanya Parlamentosu’nun aldığı kararın en önemli yanı budur. Yoksa onlarca devletin parlamentosunun Ermeni Jenosidi konusunda aldığı karara bir yenisi daha eklenmiş olurdu.
Almanların, Ermenilerin tehciri kararında etkileri büyüktür. 1915 jenosidi sırasında Amerika’nın İstanbul’daki Büyükelçisi Henry Morgenthau, “Almanların Türkiye’de görev yapan büyük bahriye uzmanlarından biri olan Amiral Usedom’un bana ‘Bu tehciri Türklere Almanların tavsiye ettiğini’ açıklamıştı” diyor. (Büyükelçi Morgenthau’nun Öyküsü, Belge Yayınları, Birinci Baskı Aralık 2005, s.267) Federal Almanya Meclisi, almış olduğu bu kararla hem Büyükelçi Morgenthau’yu hem de bu yönde iddiada bulunanları doğrulamış olmaktadır.
Her ulusun tarihinde, utanılacak olaylara rastlamak mümkündür. Önemli olan bu utançtan kurtulmak için ulusun ne yaptığıdır. Bakalım Almanlar ve Türkler, soykırım sonrası nasıl davranmışlar, utançlarından kurtulmak için neler yapmışlar?
Willy Brandt, Federal Şansölyeyken (Federal Almanya Başbakanı) Polonya’yı ziyaret ediyor. Ziyaret programında, Nazilerin katlettiği Yahudiler anısına dikilmiş bir anıtın ziyareti de var. Willy Brandt anıtı ziyaret sırasında birdenbire diz çöküp, Nazilerin yaptığından dolayı Yahudilerden özür diliyor.
Ancak büyük çaplı bir devlet adamından beklenebilecek bu davranış, Alman ve Yahudi halkları arasındaki psikolojik duvarı yıkmış, iki halk arasındaki ilişkilerin normalleşmesine büyük katkı sağlamıştı.
Herkes Willy Brandt’ın, Nazi rejimine karşı aktif muhalefet içinde bulunduğunu, bu yüzden Almanya’yı terk etmek zorunda kaldığını, Nazi rejiminin yıkılışından sonra ülkesine dönebildiğini bilir. Nazilerin yaptıklarından, O’nun birebir sorumlu tutulması mümkün değildi. Ama O, Alman ulusunun Yahudilerden özür dilemesinin gerekliliğinin ve Başbakan olarak bu görevin kendine düştüğü bilincindeydi ve bu bilinçle hareket etmişti.
Bilebildiğim kadarıyla, hiç bir Alman partisi ya da kurumu, Willy Brandt’ın Yahudi anıtı önünde diz çöküp Yahudi halkından özür dilemesini kınamadı. Halk bu davranışa sahiplendi. Kimse O’na ulusal gururumuzu ayaklar altına aldın diye serzenişte bulunmadı.
Yirmi yıla yakın Almanya’da yaşadım. Almanların, Nazilerin alınlarına düşürdüğü bu kara lekeden kurtulmak için nasıl bir çaba içinde olduklarını takdirle izledim. Almanlar hiç bir zaman, Nazilerin yaptıklarını gizlemek çabası içinde olmadılar. Aksine, asla böyle bir rejimde yaşamamak ve yaşananlardan ders çıkarmak için, eski kötülükleri her fırsatta gözler önüne seriyorlardı. Halen Alman televizyon kanallarında, haftada en aşağı bir-iki Nazilerin yaptıklarını konu alan filmler gösterilir. Almanya, ırkçılığı en büyük tehlike olarak görüyor. Bunun için Neonazilerle mücadeleye de büyük önem veriyor. Irkçılıkla mücadele için bütçeye hatırı sayılı bir ödenek konur. Irkçılık ve yabancı düşmanlığına karşı, Cumhurbaşkanı öncülüğünde yürüyüşler düzenlenebiliyor. Çünkü Almanya Nazi rejiminin kendilerine ne kadar pahalıya, hatta ülkelerinin bölünmesine mal olduğunu bilir. Halen işgal ettikleri ülkelere tazminat ödemeye devam ediyor.
Almanya, Yahudi soykırımı ayıbından kurutulmak için, geçtiğimiz yıllarda çok önemli bir adım daha attı. Nazi kamplarında zorla çalıştırılanlara tazminat ödemeyi kabul etti. Zorla insan çalıştırmanın manevi yükünden kurtulmaya çalıştı.
Bir de Ermeni soykırımı karşısında Türk tarafının tavrına bakalım:
Lozan Barış Konferansı’na katılan Türk delegasyonun başkanı İsmet İnönü, Lozan’la ilgili anılarını anlatırken; „Biz ne mazide, ne de Birinci Cihan Harbi içinde Ermenilerle Türkler arasında geçen hadiselerle herhangi bir ilişiği olmuş insanlar değildik. Bahsi edilen hadiselerin tamamıyla dışında kalmış yeni insanlarız. Devletimiz de tamamıyla yeni bir devlettir. Ermenilerle vatandaşlarımız olarak iyi yaşamak ve iyi münasebetlerde bulunmak emelimizdir.“ diyor. (İsmet İnönü’nün Hatıraları, 2.Cilt Sayfa:80, Bilgi Yayınevi 1987)
Ermeni soykırımını uygulayan İttihat ve Terakki Hükümeti idi. İsmet Paşa ve Mustafa Kemal dâhil, Türkiye Cumhuriyeti’nin önde gelen kurucularının tümü İttihat ve Terakki’nin üyeleriydi. Yeni Türk devleti, hukuksal ve siyasal açıdan Osmanlı Devleti’nin devamıydı. Osmanlı Devleti’nin borçlarını ödedi. Yenileri yapılıncaya ve değiştirilinceye kadar, tüm Osmanlı yasaları geçerliliğini korudu. Osmanlı devrinden kalan Memurin Muhakemat Kanunu (Memurların Yargılanmasıyla ilgili Yasa) daha geçen yıllara kadar yürürlükteydi.
İşte size soykırım konusunda iki devlet adamı, Willy Brandt ile İsmet İnönü’nün farklı yaklaşımı: Birincisi, mücadele ettiği Nazi rejiminin Alman ulusu adına sorumluluğunu yüklenen çözümcü, siyasal ve ahlaki bir tavır gösteriyor. İkincisi ise, üyesi olduğu İttihat ve Terakki’nin yaptığının sorumluluğundan kaçan ve çözümden uzak bir tavır sergiliyor. Bu, tarihi boyunca Türk devletinin, politikacılarının ve „aydınlarının“ resmi tavrı oldu hep. İşte bu inkârcı tavırdır ki, Türk devletini yüz bir yıl sonra bile Ermeni sorunuyla uğraşmaya mecbur ediyor.
Benzer bir kararı Fransız Parlamentosu 2000 yılında kabul etti ve 1915 yılında yaşanan olayları soykırım olarak kabul eden bir karar aldı. Sanki at kaçmış palan düşmüştü. Türkler, Fransız mallarını boykot ettiler. Fransız şirketleri Türkiye’deki bazı ihalelere sokulmadı. Basın sömürgeci Fransa’nın geçmişteki suçlarını sayıp dökmeye başladı. Bir grup parlamenter, Büyük Millet Meclisi’ne önerge vererek; „Fransa’nın Cezayir Kurtuluş Savaşı sırasında Cezayir halkına karşı soykırım suçunu işlediğinin“ karar altına alınmasını istedi. Önerge veren bu milletvekillerinin, Cezayir sorunu 1957 yılında Birleşmiş Milletlerde görüşüldüğünde, Türkiye’nin Fransa lehinde oy kullandığından, Cezayir’deki Fransız soykırımına dolaylı ortak olduğundan herhalde haberleri yoktu! Gazetelerin yazdığına göre, 14 Temmuz’da kutlanan Fransız Milli Günü’ne, Türk tarafı bir protesto olarak en düşük diplomatik seviyede katılmış..
Sorun, Türkiye’nin Cezayir aleyhinde oy verip vermemesi değil. Sorun, kötülüklerde emsal aranmasıdır. Kürt sorununda, işkence konusunda, ırkçılıkta ya tarihte kalmış ya da aykırılık teşkil eden örnekler öne çıkarılıp, Türkiye’nin ve Türk tezlerinin haklılığı kanıtlanmaya çalışılıyor. Almanların kendilerini mahkûm edip, af dileyip tazminat ödedikleri Yahudi Soykırımı’na sarılıyorlar.
Aynı şey Almanya için konuşuluyor. Büyükelçi istişare için Ankara’ya çağrıldı. Siyasi iktidar, Almanya’ya ne tür müeyyideler uygulayacağının araştırmasını yapıyor! Almanya’ya herhangi bir müeyyide uygulayabilecek durumları da yoktur. Herkes cürümü kadar yer yakar. Meclisteki Türk milliyetçisi olan üç parti, MHP, CHP ve AKP, Alman Federal Meclisi’nde alınan kararı protesto eden bir bildiri yayınladılar.
Politikacılar, basın yüzyıllık dostluğa ihanet edildiğini yazıyor. Politikacıların da söylemleri öyle.. Aslında yüzyıllık dostluğa değil; Ermeni Jenosidi’ndeki yüzyıllık suç ortaklığına ihanet var. Suç ortağı Almanya suçunu itiraf etti ve sorumluluğunu kabul etti. Böylece Almanya vicdanını ağır bir yükten kurtarıyor. Türkiye ise, dünyanın gözü önünde işlediği suçu inkâra devam ediyor. Ne yapsa boşunadır. Güneş balçıkla sıvanamaz. Çünkü dünya kamuoyunun gözünde de mahkûm edilmiş. Bundan sonra da, başka devletlerin parlamentolarının benzer kararlarıyla karşılaşacaktır.
Ne Cezayir’deki katliamı, ne Amerika’da Kızılderililere uygulanan yok etmeyi, ne bir halkın dilinin yasaklanmasını, ne de bir polisin herhangi bir kişiye işkence etmesini hoş görmenin ve bundan kendine paye çıkarmanın olanağı yoktur. Eskilerin deyimiyle sui (kötü) misal, misal olmaz. Sorun, Willy Brandt’ın politikadaki erdemini gösterip gösterememektir. Yoksa Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Binali Yıldırım gibi, bir halka uygulanan soykırıma sıradan bir olay deme gülünçlüğüne de düşülebilinir. Bir Solingen’de yakılan Türklerle ilgili o dönem Alman Cumhurbaşkanı olan Johannes Rau’nun tavrına, bir de Roboski katliamını faillerinin ortaya çıkmamasında sorumluluğu olan Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayip Erdoğan’ın tavrına bakmak yeter de artar bile..
3 Haziran 2016