Sürgün yaşamın dayanılmaz hafifliği

Kamil Sümbül

 

KÖKLER VE AYAKLAR 

8 yıl önce Bosnalı mülteci çiftin anlatımlarını İsveççe yazan Thomas Hylland Eriksen Kökler ve Ayaklar (Rötter och Fötter) isimli kitabını tanıtım toplantısında Bosnalı çifti dinlerken çok etkilenmiş ve anlatılanlar ilgimi çektiği için kitabından bir tane satın almıştım. Bosnalı yazar ve eşini o zaman dinlediğimde sürgünlüğün nasıl bir şey olduğunu; aynı yaşantıları, aynı duyguları, aynı hasreti çektiğimi anlamıştım. İnsanın ayakları dünyanın her köşesine gider, fakat kökleri sabittir. Doğduğu ülkesi, şehri, köyü, ailesi hep o kökün olduğu yere bağlıdır. Haliyle insanın ayakları nereye giderse gitsin kökleri onu bırakmaz ve kendine çeker. Bu nedenle, bu yazımın başlığını Bosnalı çiftin kitabının başlığını ödünç alarak Kökler ve Ayaklar (Rötter och Fötter) bıraktım.

 

Sürgün yaşamını anlatmak çoğu kez kelimelere sığmaz. Kısaca Batı Avrupa dillerinde EXIL demek olan sürgün; köklerinden koparılmak, dilinden, kültüründen, ailenden, coğrafyandan, vatanından, suyundan ve havasından kopma zorunda kalmak demektir. Sürgün kelimesi insanlık tarihi kadar eskilere dayanır. İnsanlar bazen tek tek, bazen de gruplar halinde doğup büyüdüğü toprakların dışında yaşamaya zorlanması yüzyıllardır süregelen bir durumdur. Bu sürgün durumu aynı zamanda acı çekmektir, doğduğun yerlere hasret çekmektir, dil ve yaşam biçiminden bir anlamda koparılmadır. Sürgünlük yürek yarasıdır: Anne-baba ve evlat acısı çekmektir, vatansız kalmaktır, doğduğun yerlerde her türlü insanî haklardan mahrum bırakılmadır, yalnızlıktır, kimliksizliktir, korunmasız kalmaktır.

 

Sürgün kişide köklerine yönelik hasret hiçbir zaman eksilmez. Ayaklarının gittiği yerlerde dünyaya gelen çocukları bile baba ve analarının yaşadığı sürgün dramından etkilenir, çocuklar da onlarla beraber bir anlamda sürgünlüğü yaşar. Babalarının köklerini araştırma, gidip görme, yakın akrabalarıyla tanışma merak ve hasretini yaşarlar. Çocuklar her ne kadar doğduğu ülkenin vatandaşı olsalar da, oranın kimliğini taşısalar da babalarının yaşadığı kökleri, ülkesinin dağlarını, ovalarını, havasını, suyunu, dil ve kültürünü görüp tanıma özlemini taşırlar. Eğer anne-babaları doğduğu yerlere gidemiyorsa, çocuklar onların son nefesine kadar hasretlerine yakından tanık olurlar.

 

Sürgün; bir insanın köklerine duyduğu hasreti tanımlamak, geçmiş yaşamının bir film şeridi gibi gözlerinin önüne gelmesidir de denebilir.

 

Bu hasret:

 

Sevdiklerin göz önüne geldiğinde kavuşamamadan dolayı migren ataklarının başlamasıdır.

 

Gece yarılarına kadar gözüne uyku girmeyip gözünün önünde çocukluğun, gençliğin anılarının canlanmasının verdiği hüzündür.

 

Anne, baba, kardeşler, dost ve tüm yakınların göz önüne gelmesi, her telefon açtığında, ses tonlarından acaba bir şey mi oldu, kuşkusudur içinde kalan.

 

Çocukken yaşadığın yerde akan ırmakta yüzmek, balık tutmaktır.

 

Nisan aylarında evin yakınındaki dağa tırmanıp kaya kovuklarından erimeyen karları toplayıp eve getirerek dünyanın hiçbir tatlısına değişmeyeceğin ananın üzerine pekmez döktüğü pekmezli karı kaşıklamaktır.

 

Yakın bir bahçeden daha tam olgunlaşmamış şeftaliyi çalarken bahçe sahibinin değnekle kovalamasını yeniden yaşamaktır.

 

Köklerine gidemediğinde gelen bir kara haberde, annenin gittiğini duyduğunda mezarına çiçek bırakamayıp hüngür hüngür ağlamaktır.

 

Gençlik yıllarında ilk göz ağrısının geçtiği yerleri, yıllar sonra yeniden geçmek özlemidir.

 

Polis işkencesinde çırılçıplak havada asılıyken vücuduna verilen elektrik şoklarını düşününce nefretin kabardığı, ruhunun yanıp tutuştuğu, nefesin daralıp hiç aklına gelmesini istemediğin günlerdir.

 

Diyarbekir 5 Nolu Zindanı’nda işkence seansları bitip yatağına çekildiğinde, gözlerin tavana dikilip tüm delikleri, noktaları sayarken kendine umut olarak yarattığın siluetleri yeniden hayalinde görmektir.

 

Beyninin, yüreğinin yarısını bıraktığın köklere acaba dönersem yeniden kaldığım yerden başlaya bilir miyim yaşama? sorusunun seni karışık duygulara itmesidir.

 

Bir sabahçı kahvesinde oturup yarım Diyarbekir ekmeği ve 100 gramlık bir beyaz peynirle çay ısmarlayıp kahvaltı yapmaktır.

 

Telefonda merak edip sorarsın, yağmur yağdı mı? Ekinler nasıl? İnek, koyun ve keçiler doğurdu mu? Havalar kurak mı? türünden sorulardır.

 

Bahar aylarında Çermik pazarına gelen taze peyniri şekerle veya pul biberle birlikte fırına verip peynirli ekmek yemeği özlemektir.

 

Gece gördüğün bir rüyada, önceden kaybettiğin bir yoldaşını görünce aniden uyanıp sabahlara kadar tavana bakmaktır.

 

Birlikte yola çıktığın yoldaşlarından erken kaybettiklerinin mezarlarına koşarak gidip birer gül bırakmak, ben niye yaşıyorum utancını vicdanında hissederek o yoldaşları acı duyarak anmaktır.

 

Hasretin en dayanılmazı ise, duyduğun kötü haberlerde hiçbir şey yapamayıp susmak, gözyaşlarını içine akıtmaktır, çaresiz durumda kalıp elin ayağın bağlanmasıdır.

 

Köklerine hasret duyan her sürgünün evinde hazır bekleyen, döneceğin zaman içinde neler götürebileceğini düşündüğü bir büyük valize her gün bakmaktır hasret.

 

Hasret... Hasret... Hasret...

 

Türkiye gibi devletlerde insan hakları, demokrasi ve ulusal baskının her dozunun olduğu yerlerde, rejime ve sisteme karşı çıkan insanlar gördükleri baskı, işkence ve hapislik durumu karşısında doğduğu yerlerden, ülke topraklarından ayrılıp sevdiklerini arkasında bırakıp başka yerlerde sürgün yaşamını tercih etmek zorunda kalmaktadırlar. Kendi ülkelerinde yeni bir yaşam ve özgürlük mücadelesi vermek isterken, can güvenliklerinin tehlikede olması, ağır işkenceler ve uzun mahpusluk yatma tehlikesi karşısında genelde çok sevdiklerine “hoşça kal” diyemeden, geleceği bilinmeyen bir yolculuğa çıkmaktır sürgünlük.

 

Sürgün; birinin ayaklarının bastığı yerde yaşamı, yalnızlık duygularının ona egemen olmasıdır aynı zamanda. Bulunduğu yerde bir yabancıdır; iki toplum arasına sıkışmış durumda olduğundan iki ayağı bir derededir. En büyük korkusu ise köklerinden yıllarca uzakta kalıp yabancılaşmasıdır. Bunun yanında hafızasını geriye götürüp belleğindekileri yeniden hatırlaması, ayaklarının bastığı yerde yaşama tutunma çabası, yalnızlık duyguları önemli bir gelişmeyi de beraberinde getirebilir. Bu gelişen durum bir Sürgün Edebiyatı’nı da yaratmış olur. Sürgün Edebiyatı aynı zamanda sürgün olanı bir derinleşmeye ve sorgulamaya da iter. Böylece biraz entelektüellik taşıyan bir sürgün, yaşadıklarını yazıya dökerek yalnızlıktan kurtulmuş hisseder.

 

Sürgünlerin bu yalnızlık duyguları aynı zamanda Sürgün Edebiyatı’nın oluşmasında da önemli bir nedendir. Genelde konusu köklerine duyduğu hasret duygularının yanında, yeni bir ülkede karşılaştıkları zorlukları, çelişkileri, belirsizlikleri, ekonomik zorlukları, kendi otobiyografilerini anlatır. Sürgün Edebiyatı’nın en önemli eseri Richard Sennett’in yazdığı Yabancı kitabında dönemin Venedik şehrinde yabancıların yaşamını anlatmaktadır. Sürgün Edebiyatı’nda 1. Paylaşım savaşı ile Hitler’in Almanya’da yönetimi ele geçirmesi ile ülkesini terk eden Alman yazarların önemli bir payı vardır. Özellikle Fransa’nın Marsilya şehrinde sürgün yaşamını sürdüren Anna Seghers’in yazdığı Transit eseri önemli sayılmaktadır.

 

Ayrıca sürgünde dünya edebiyatına katkılar sunan anı romanları, hikâyeler yazan Rus, Yunan ve Latin Amerikalı yazarların da sürgünde yazdıkları kitaplarla Sürgün Edebiyatı’na katkıları olmuştur. Ayrıca Stefan Zweig, Edward Said, Bertold Brech, Nazım Hikmet, Paplu Neruda’yı da saymadan geçemeyiz.

 

Biz Kürtlerde de sürgün olayının tarihi yüzyılı geçmektedir. Sürgün, göç, toprağından olma gibi kavramlara biz Kürtler ve coğrafyamız yabancı değiliz. Yerinden yurdundan edilen Kürtler için zorla göç ettirilmenin ne olduğunu, yaşamları yersiz ve yurtsuzluk, kökensizlik, geldiği yere ait olamama durumu yeni bir yaşamı zorlaştırmıştır. Bir sürgün için yaşam, bulunduğu yerin yabancısı olmak demektir.

 

1940’a kadar Kuzey Kürdistan’da aralıklarla devam eden ulusal direnişler kan ve katliamlarla bastırılınca, dönemin birçok önderleri ve Kürt aydınları o dönem Fransız işgalinde olan Suriye’ye geçip Şam, Beyrut ve Kahire’ye yerleşmişlerdi. Bulundukları bu yerlerde ilk kez Kürt Dili ve Edebiyatı alanında bir aydınlanma dönemi başlatmışlardı. Bu sürgün aydınlar hem Kürtçe’nin gramerini, hem de yazı dili olarak şiir, roman, hikâye ve politik içerikli dergiler çıkarıp ilk Kürt Sürgün Edebiyatı’nı yaratmışlardı. Sürgün Edebiyatı aynı zamanda bir anılar anlatımı olduğundan, özellikle Celadet ve Kamuran Bedirxan kardeşler, Kadri Cemil Paşa, Nurettin Zaza ve Baytar Nuri Dersimi’nin anıları o dönemi bizlerin tanımasına yardımcı olmuşlardı. 1960 ve 70’lerle birlikte Kürt aydınları sürgüne Batı Avrupa’ya gitmeye başladılar. Batı Avrupa başkentlerinde oralardaki demokratik hak ve özgürlüklerin geniş olmasından da yararlanarak Kürtçe dili üzerinde çalışmalar başlatıp gazete, dergi ve kitaplar çıkarmaya başlayınca Sürgün Edebiyatı böylece Batı Avrupa’da Kürtler için yeniden gelişmeye başladı. Özellikle Mehmet Uzun ve Hesenê Metê sürgün olayının ne demek olduğunu hikâyeleştirerek önemli eserler bıraktı.

 

Sürgün yaşamında kendine yabancılaşanlar da olmakta, köklerinden utanç duyan tipleri de görmek mümkün. Bu tipler geldiği kökleri, kendi ulusal kültürünü hor görüp sürgün geldiği ülke kültürünü benimsemek istemesi, biraz maddi durumunun da iyi olup bir de yabancı biriyle evli iseler kendi ulusal değerlerini red edip yukardan bakıp küçümserken aslında geldiği yerin kültürel ve yaşam değerleri onu kabul etmeyip bir öteki gibi görmekte. Eskiden taşıdığı değerlerin aşınması sonucu birkaç kuruş için en yakınına ve arkadaşlarına numaralar çeken tipler de çevremizde çokça bulunmaktadır.

 

Ne mutlu olanlara ki, değerlerini yitirmeyip köklerine karşı sorumluluk duyanlara!

Ne mutlu onlara ki, sürgün yaşamını bırakıp ülkelerine, köklerine dönenlere!

Umarım biz Kürtler, Ermeni ve Süryani/Asuriler gibi hiçbir zaman ülkelerine dönemeyecek halklar gibi olmayız!

 

Yazımı Somalili şair Warsan Shire’nin mültecilikle ilgili İngilizce Home (yurt) başlığıyla yazılmış olduğu

uzun fakat harika bir Göçmen Ağıdı olan şiiri ile bitirmek istiyorum:

 

 

Kimse terk etmez yurdunu…

 

yurdu bir köpekbalığının ağzı olmadıkça

kimse dönüp sınıra doğru kaçmaz

bütün şehir onlarla birlikte kaçmıyorsa.

komşuların senden hızlı kaçtığında

kan ter içinde, nefesleri tıkalı

birlikte okula gittiğin o genç çocuk

hani şu eski fabrikanın arkasında öptüğün

kendinden bile büyük bir silah taşıyorsa

işte o zaman terk edersin yurdunu

başta yurdun izin vermez kalmana.

kimse yurdundan kaçmaz,

peşinden kovalayan olmadıkça

ayaklarının altında ateşler

dalağı patlarcasına

hiç kimse düşünmez bile bunu yapmayı

o keskin bıçak dayanmadan önce boğazına

hatta o zaman bile marşını söylersin

fısıltıyla da olsa

pasaportunu yırtarsın bir havalimanı tuvaletinde

ağzına attığın her kâğıt parçası hıçkırıklarına karışır

geri dönmeyeceğini ilan ederken.

şunu anlamak zorundasın

kimse çocuğunu bir kayığa bindirmez

su karadan daha güvenli olmadıkça

kimse avuçlarını yakmaz

trenlerin altında vagonların diplerinde

kimse kamyonların kasasında günler geceler geçirmez

gazete parçalarını yemez

gidilen onca yolun bir anlamı olmadıkça

kimse dikenli tellerin altında sürünmez

kimse dövülmek istemez acınmak istemez.

kimse mülteci kamplarını yeğlemez

veya çıplak şekilde aranmayı

vücutları acı içindeyken

hapishaneyi de yeğlemez kimse

ama hapishane daha güvenlidir

yanan bir şehirden

gece başında dikilen

tek bir gardiyan daha iyidir

babana benzeyen bir yığın adamdan

hiç kimse kaldıramaz bunu

hiç kimse yediremez kendine

hiç kimsenin derisi o kadar kalın olamaz

bütün o laflar

defolun gidin siyahlar

mülteciler pis göçmenler

sığınmacılar

ülkemizi yiyip bitirenler

ellerini uzatan o zenciler

garip kokuyor hepsi

vahşiler

kendi ülkelerini batırdılar

şimdi de gelip bizimkini batıracaklar.

nasıl oluyor da bütün o laflara

o kötü bakışlara katlanabiliyorlar

belki de hiçbir darbe acıtmaz diye

kopan bir kol kadar.

sözcükler yine yumuşak gelir kulağa

on dört adam olmasındansa

bacaklarının arasında.

hakaretleri daha kolay

hazmetmesi molozlara kıyasla

veya kemiklere

veya parçalanmış o çocuk bedenine.

yurduma dönmek istiyorum ben

ama yurdum köpekbalığının ağzında

bir namlunun ucunda.

kimse terk etmez yurdunu

o seni sahillere doğru kovalamadıkça

yurdun sana demese

çabuk ol kaç diye

bırak her şeyini ardında

çöllerde sürün

bata çıka git okyanuslarda

boğul kurtul aç kal dilen

gururunu unut sadece hayatta kal.

kimse terk etmez yurdunu,

o yorgun bir ses olmadıkça kulağında

sana fısıldayan git diye

kaç kurtul benden

ne hale geldim ben de bilmiyorum

ama biliyorum ki

başka neresi olursa olsun

daha güvenli buradan.

(Türkçe Çeviri: Acar Erdoğan.

Kaynak: https://www.kulturservisi.com )