Suriye’de çözüm uzaklaşırken…

Mehmet Gül

Türkiye’nin Cerablus’a girmesiyle artık ‘yeni bir durum’dan söz edebiliriz.

Uzun zamandır IŞİD’in tasfiyesi temelinde belli bir rutinde devam eden ‘Suriye Krizi ve savaşı’, Türkiye’nin müdahil olmasıyla yeni bir boyut kazanmıştır. Deyim yerindeyse, bundan böyle, yavaş ama kararlı bir şekilde, belli bir oranda tarafların iradesinden bağımsız olarak, sorunun tabiatı gereği, bütün parametreler yavaş yavaş değişecektir. Çünkü Türkiye çözümün değil, sorunun bir parçasıdır ve büyük kuvvetlerin beklediği gibi IŞİD ve türevi güçlere karşı ciddi ve tutarlı bir mücadele yürütmesi oldukça kuşkuludur. Ya da bu türden bir beklentiyi, ancak ve ancak, şeriatçı kesimler üzerinden varmak istediği yere ulaşmasını kolaylaştıracak ödünler verilmesi durumunda karşılayacaktır. Türk birliklerinin IŞİD’le ilk teması sağlayıp verdiği kayıplara ve ABD ile eşgüdüm içinde Rakka’ya girmekten sözetmesine rağmen bu böyledir.

Neden?

Çünkü Türkiye’nin birinci önceliği IŞİD ve diğer Esad karşıtı güçler değildir. Türkiye’nin bu grupları hedef alması bir yana, mevcut durumda Suriye denkleminde ‘sorunun bir parçası’ olmasının en belirgin nedeni, bu gruplarla olan organik ilişkisi ve Kürt karşıtı siyasetidir. ABD ile arasındaki temel ayrılık noktası da budur.

Türkiye, Kürtlere karşı duruşunda IŞİD, Esad ve İslamcı gruplarla aynı saftadır; Esad karşısında ise IŞİD ve diğer İslamcı gruplarla aynı amacı gütmektedir. Deyim yerindeyse, Türkiye’nin Suriye’deki varlığı, söz konusu grupların varlığıyla doğrudan ilişikildir. Bir an bu türden grupların etkisizleştiğini düşünün; Türkiye’in, Suriye savaşının hal yoluna konulmasında bir önemi olmadığını göreceksiniz.

Türkiye’nin Suriye’de olmasının nedeni yetkili ağızlardan her gün yeniden deklare edilmektedir. Son günlerde, gerek yerel ve gerekse uluslararası düzeyde gelen tepkiler üzerine ağzını toplamış da olsa Başbakan, gayet net bir şekilde ifade etti ki, “Türkiye, Suriye’nin kuzeyinde, ulusal çıkarlarını tehdit eden bir Kürt devletinin kurulmasına veya Kürt koridorunun oluşturulmasına kesin olarak karşıdır.” Her ne kadar yarım ağızla IŞİD gerekçesi gündeme getirildiyse de Türkiye’nin birincil ve öncelikli meselesi Kürtlerdir.

Cerablus’a girer girmez, henüz her şey tam olarak anlaşılır değilken, derhal YPG mevzilerine saldırması; ele geçirdiği bir kaç savaşçıyı, IŞİD’i aratmayacak şekilde teşhir ederek bu vahşi görüntüler eşliğinde ‘zafer’ini kutlamaya çalışması, Suriye’ye girmek için onayına başvurduğu güçlerle aynı amacın sahibi olmadığını ortaya koymuştur. Gerçi bu gösteri uzun sürmedi, gerek ABD ve daha önemlisi Rusya blokunun, orda olmasının gerçek nedeninin IŞİD olduğunu hatırlatması üzerine Türkiye, zorunlu olarak geri adım attı. Fakat bu, varlığının inkarı anlamına gelen Kürtlerin ayakta kalması, hele hele bölgede etkinlik sağlayacak şekilde siyasal bir odak olmasına göz yumacağı anlamına gelmemektedir; bizzat otantik varlığıyla Kürtler, her şeyden daha çok, Esad’ın yönetimde kalması pahasına, Türkiye’nin ilgi alanında olmaya devam edecektir.

Tarihsel Düşmanlığın konjonktürel önemi

Türkiye’nin anti-Kürt siyasetinin hareket noktası bilinmektedir. Türkiye, eğemenlik altında tuttuğu, yerini ve yurdunu talan ettiği Kürtlerin ‘artık diğer milletler gibi özgür’ olmak istediğini, bunun da kendi eğemenlik alanının daralacağı anlamına geldiğini bildiği için, her fırsatta Kürtleri bastırmakta, dünyanın neresinde olursa olsun, Kürtlerin etkin olduğu her yerde boy göstermeye çalışmaktadır.

Fakat Güneybatı Kürdistan somutunda ve günümüz koşullarında daha özel bir anlam içermektedir bu tarihsel düşmanlık siyaseti. İçerde dile getirilen ve açıkça kamuoyu oluşturmayı hedefleyen görüşler dikkate alındığında, IŞİD’i bitirmek Türkiye’yi motive etmiyor fakat yarım kalmış Kobane hesabını görmek, Kürt koridorunu engellemek, şoven kesimleri alabildiğine motive etmektedir.

Her şeyden önce darbe almış yönetim, bu siyasetiyle, hem kendini ispat etmek hem de Suriye’deki girişimine destek oluşturmak istemektedir. Yönetim, Kürt düşmanlığıyla var olduğunu hisseden militarist cenahın şarj edilmesinde, bu tarihsel düşmanlığın günümüzde ciddi bir politik manivela olduğunu, kitleleri harekete geçirmede ciddi bir rol oynadığını gayet iyi bilmektedir. Bu nedenle Kürt karşıtlığı, bir yandan Suriye’de olmanın nedeniyken, diğer yandan Suriye’de kalmanın gerekçesidir.

Neden şimdi?

Kuşkusuz üzerinde durulması gerken sorulardan biri, bugüne kadar Suriye’ye girmek konusunda ketum davranan Türkiye’nin şu günlerde neden Cerablus’a girdiği, deyim yerindeyse, neden ciddi oranda risk aldığıdır. Çünkü YPG, bulunduğu yerden rahatlıkla sökülüp atılabilecek bir güç değildir. Üstelik uluslararası durum da şu ana kadar Türkiye’nin müdahalesine izin vermiyordu. Biliniyor ki Rusya-İran-Esad bloku, kendi çıkarlarına helal geldiğini düşündüğü anda, karşı durmak için herekete geçmekte tereddüt etmeyecektir. Şu günlerde girmeyi düşündüğü El Bab’ın güney kanadında İran’ın beklemekte olduğu bilinmektedir. Bunun ciddi bir risk olduğu açıktır. Nasıl oldu da bütün çelişkiler bir anda çözüldü, Türkiye Cerablus’a girmenin imkanını buldu?

Göründüğü kadarıyla, daha önce Suriye’ye girmekte ağır davranan Türkiye’nin Cerablus’a girişi “iç” ve “dış” olmak üzere iki grup faktöre dayanmaktadır.

“Türkiye’nin Suriye’den tecriti ve müttefiklerinin tasfiyesi” olarak tarif edebileceğimiz dış faktörler zaten bir süredir gündemdeydi. ABD’nin desteklediği YPG önderliğinde Suriye Muhalefetinin Menbic’i alması ve Cerablus’a doğru tırmanışa geçmesi Türkiye bakımından yeterli oranda rahatsız edici bir faktördü. ABD’nin YPG ile işbirliğine girdiği andan itibaren Türkiye, Suriye özelinde aslında Orta-doğu’dan soyutlandığının farkına vardı. Fakat Rusya uçağının düşürülmesinden sonra somut olarak da tecrit edildiğini ve dahası, eğer Suriye siyasetinde ısrar ederse ciddi sorunlarla karşılaşacağını gördü ve mecburen dış politika değişikliğine gitti.

Cerablus’a girişte rol oynayan iç faktörler ise, esas olarak 15 Temmuz Darbe girişiminin ardından oluştular ve Türkiye’yi mevcut durumda sürdürmeye çalıştığı, esası bölge devletleri ve Rusya ile anlaşmaya dayanan konsepti hızla hayata geçirdi.

Birincisi, içerde ‘milli birlik’i daha da pekiştirmek ve buna dayanarak KHK’larla istenilen yere varmak için bir dış düşmana ihtiyaç vardı ve Cerablus ya da “YPG-IŞİD terör örgütleri”ne karşı mücadele ediyoruz metaforu iyi bir vesile oldu. Böylece, bugüne kadar havada kalan “memleketin birlik ve bütünlüğü”, “işgal girişimi” gibi söylemler, FETÖ’nün yanısıra bir dış düşmanın yaratılması ve bilfiil savaşa girilmesiyle anlam kazınmış oldu. Artık muhalefeti sindirmek, özellikle Kürtlere karşı olmadık atraksyonlara girmek daha kolay olacaktır.

İkincisi, darbe girişimiyle yıpranan ve iç bütünlüğünü büyük ölçüde yitiren orduyu, dışarda savaşıyormuş gibi göstererek toparlamak... Böylece hem ordu hala ayakta olduğunu kanıtlayacak ve hem de yeni örgütlenme savaşın gölgesinde itiraz kabul etmeyecek şekilde gerçekleştirilecek. SADAT’ın kurucusu, bir bakıma mevcutta Suriye’de savaşmakta olan paramiliter güçlerin oluşturulmasında katkı sahibi olan emekli Tuğgeneral Adnan Tanrıverdi’nin Erdoğan’ın Baş Danışmanlığı’na getirilmesi rastlantı değildir.

Allah’ın yeni bir lütfu!

Cerablus, Erdoğan’ın amaçlarına ulaşması için Allah’ın bir lütfu olan darbe girişimi gibi, devleti ve özellikle orduyu şekillendirmesinde gerçek bir nimettir. Çünkü bu coğrafyada gerçekten savaşarak çıkarılabilecek bir güç zaten yoktu. YPG merkezli SDM, ABD’nın hava desteğiyle zaten güneyden kuşatma hareketeni neredeyse tamamlamış, Cerablusa girmesi an meselesiydi. Bilindiği gibi, Türkiye’nin Cerablusa girmesiyle IŞİD, Türkiye ile çatışmadan  Cerablusu büyük oranda boşaltmış ve El Bab’a doğru çekilmişti. Türkiye, savaşarak değil, zaten boş olan bir bölgeyi IŞİD yerine doldurmak ve böylece SDM’nin girişini önlemek amacıyla Cerablusa girdi. Bir tür nöbet değişimi desek yeridir.

Tam da bu nedenle Türkiye, özellikle ABD ile Rusya’nın bölge siyasetine uyum sağlamak suretiyle, yeniden dünya gündemine angaje olma imkanı buldu. Ancak bölgede etkinlik gösteren her bir güç, içinde bulundukları ilişki tarzının bir miktar zorunlu ve güvenden yoksun olduğunu bilmekte, buna göre adım atmaktadır. Rusya ve ABD Türkiye’nin her şeyi tasarlandığı gibi yapacağına güvenmekten çok, zaman zaman yoldan çıksa da, YPG’ye saldırdığı gibi, yeniden yola getirilmesi konusunda kendi öz-kuvvetlerine güvenmektedirler. Türkiye de bunun bilincinde, yapmak istediklerini derhal değil, zaman içinde, savaş cephesinde vaz geçlimez olduğunun kavrandığı koşullarda yapmaya çalışacaktır. Şu anda Türkiye’nin Cerablus’ta oluşu, iflas eden ‘Stratejik derinlik’ten geriye ne kaldıysa kurtamak amacıyla, hedeflediği amaçlardan vaz geçtiğini beyan etmek suretiyle, devreden çıkmak üzere olan müttefiklerinin yerini doldurmak, hiç değilse Suriye meselesinin görüşüleceği masaya yeniden oturmaktır.

Bunu da başarmış durumdadır.

Türkiye’nin Cerablus’ta kazandığı “zafer” bir yönüyle amacına ulaştı: Güney sınırları boyunca 90 kilometrelik bir alan artık Türkiye’nin denetimi altındadır fakat ordunun psikolojik olarak toparlanması bakımından nasıl bir etki yarattığını önümüzdeki günlerde, muhtemel saldırılar karşısında göstereceği performanstan anlayacağız. Özellikle Rakka’ya yönelmeye kalkarsa...

Sorun daha da artmıştır

Suriye dışındaki kuvvetler, kendi politikaları çerçevesinde, karşı tarafı sınırlamak adına, Türkiye’nin müdahalesine “belli şartlar altında” izin vermiş görünmektedirler. Bu durum, açık ki, Kürtlerin hareket alanını daraltmakta, henüz bütün imkanlar ortadan kalkmamış da olsa, Kobane-Afrin hattının realize edilmesini daha da zorlaştırmıştır. Yani sorun, sorunun bir tarafı olan Türkiye’nin fiili müdahalesiyle daha da karmaşık bir hal almış ve yakın bir gelecekte kalıcı bir çözüm oluşturma ihtimali daha da ileri bir zamana kalmıştır.

Daha önce belirtmiş olduğum gibi Türkiye, Suriye’de çözümün değil, sorunun bir parçasıdır. Bu pozisyonunu, mecbur kalmadıkça terk etmeyecek ve Suriye üzerindeki etkisi artsın diye, sorun olduğunu her fırsatta ortaya koyacaktır. Mevcut durumda Türkiye’ye geri adım attıracak, bulunabilecek herhangi bir çözümün hayata geçirilmesinde en etkin güç ABD ve Rusya’dır. Özellikle de Suriye ile olan stratejik ilişkileri nedeniyle Rusya, Türkiye’yi arzuladığı noktaya çekebilecek güce sahiptir. Ayrıca belirtmek gerekir ki, ABD ile Rusya’nın, Türkiye’nin, Suriye’de kendilerini aşacak bir aktör olmasına yol vermeleri, eşyanın tabiatına aykırıdır.

Peki Türkiye nereye varmak istiyor? Niyeti ne?

Türkiye’nin niyeti diyoruz çünkü belirlenmiş bir amacı olduğundan söz etmek mümkün görünmüyor. Eyyubi Camiinde namaz kılmaktan vaz geçtiğine göre, geride kalan görünür tek amacı, Kürtlerin ‘Kuzey Suriye’de statü elde etmemesi ve mümkünse Kobane-Afrin hattının birleştirilmemesidir. Gerçi Erdoğan’ın, Obama ile yaptığı görüşmede Rakka’ya girmek konusunda bir görüş alış verişinde bulunduklarını ve bundan bir hayli etkilendiğini biliyoruz. Hatta valilerle yaptığı toplantıda Rakka’ya girmekten söz etti ve bölgeye girmişken, ordan çıkmamanın çok önemli olduğunu belirtmek suretiyle, gönlünün derinliklerine gömdüğü ata yadigari kutsal topraklara adım atma hülyasından vaz geçmediğini göstermiş oldu. Fakat en az Edroğan kadar diğer güçler de bunun bilincinde ve adeta Türkiye’nin ensesinden ayrılmamaktadırlar. Şu anda izin verdikleri tek şey, IŞİD’in tasfiyesidir. Diğer her şey, ancak bundan sonra gündeme gelecektir ki, Türkiye’nin kendi işbirlikçileriyle kavgaya tutuşması demek, gelecekte etkisini yitirmesi demektir. Bunu yapıp yapmayacağı yanıt bulunması gereken önemli bir sorudur.

Türkiye’nin Kürtlere nefes aldırmama siyaseti de henüz karşılık bulmuş değildir. Bu konuda karar verici olan güçler, şimdiki durumda, Türkiye’nin bu konudaki talebini net olarak yanıtlamış değildirler. Ayrıca eğemen güçler, ABD ile Rusya, Suriye’nin geleceği konusunda büyük oranda görüşbirliği içinde hareket etmekte ve gelecekte neler yapmaları gerektiği hususunda Türkiye’ye sormak zonrunda oldukları düşüncesinde değildirler.

Önümüzdeki hareketli günler neticesinde Türkiye’nin elinde ne kalacağının tartışmasını yine yapalım fakat mevcut durumda Suriye Sorunu konusunda kurulacak masada hem yer aldığını hem de daha sağlam bir pozisyonda olduğunu belirtebiliriz. Fakat tam da bunu hesap etmesi gereken YPG, ancak ‘siyasal kör’ bir hareketten beklenebilecek bir politika izlemeye devam etmektedir; bütün bu şartlar altında Barzani ile daha da yakınlaşması gerekirken, bulduğu tek çözüm Barzani’ye saldırmak oldu. Barzani’nin bugüne kadar herhangi bir açıklama yapmaması elbette ki dikkate değerdir fakat PYD’nin vereceği ilk tepki bu değil, mevcut durumda mücadele dışında kalan diğer Kürt güçlerini, ENKS gibi, bir an önce saflara katmak olmalıydı. Gelecek açısından yaşamsal önemde olan Dihok ve Hewler mutabakatlarının hayata geçirilmesi için bundan daha uygun bir zaman olabilir mi?

Bunun dışında bir an önce yapılması gereken bir diğer önemli girişim de uluslar arası alanda Türk vd. kesimlerin tehdidi karşısında kamuoyu oluşturmak ve gerekli etkin önlemlerin alınmasını sağlamaktır. Genel olarak Kürt siyaseti özel olarak TEVDEM ve PYD’nin dar, benmerkezci siyaseti bir yana bırakmalı, Rojava Kürdistanı’ndaki tüm Kürt güçleriyle birlikte dünya kamuoyu ve devletlerinin desteğini sağlamak amacıyla gayretli ve eşgüdümlü bir çaba içinde olmalıdır. Bu yapılırsa, başta Türkiye olmak üzere diğer bütün tehdit edici güçlerin etkisi sınırlanabilir ve yaşamakta olduğumuz çağda Kürt meselesi, olumlu yönde çözülebilecek bir raya girer. Aksi takdirde güçlüklerin artacağı kesindir.

08.09.2016