Haber Merkezi - Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisinde yarı özerk konuma sahip olarak yaşayan Kürtler, 1’inci Dünya Savaşı sürecinde konjöktürel olarak kendileri için tarihte az rastlanılan bir fırsatı yaşadılar. Geliştirdikleri irili ufaklı legal ve illegal örgütlenme araçlarıyla güçlü Kürt siyasallaşması ve entelektüel birikim oluşturdular. Öyle ki konjöktürden en etkili biçimde yararlanan Araplardan daha fazla nitelikli bir güç oluşturan Kürtler ne yazık ki yakalanılan tarihsel fırsatı onlar kadar başarılı değerlendiremediler.
Yazar ve siyasetçi Tahsin Sever derin araştırma ve belgelere dayalı yazdığı ‘1925 Hareketi Azadi Örgütü’ adlı kitabında Kürtlerin ilk geniş kapsamlı modern örgütlenme hareketi olan Azadi Örgütünü şu şekilde tanımlar: “1925 Azadi Hareketi, modernist ve geleneksel toplum kesimlerini kucaklayan daha kapsayıcı, ulusal bir çatı örgütlenmesidir. Aynı zamanda legal ve illegal bütün Kürt örgütsel birliğini esas alan Kürdistan merkezli bir askeri ve siyasal harekettir.”
1925 Azadi Hareketi’nin liderlerinden Cibranlı Halit Bey’in torunu yazar ve siyasetçi Tahsin Sever ile Azadi Örgütü’nün ortaya çıkış koşullarını, örgütsel oluşumunu, kadrosal yapısını, yakaladığı fırsatları, makus tarihini sizler için konuştuk.
Azadi örgütü üzerine araştırma ve kitap yazma sürecine sizi götüren nedenleri bize anlatır mısınız? Neden 1925 Şeyh Said İsyanı değil de büyük bir itinayla 1925 Hareketi diyorsunuz? Bunu nasıl okumalıyız?
Tarih yazmak, geleceğe dair öngörülerde bulunmaktan çok daha zordur. Tarih yazımı aynı zamanda bir inşa sürecidir. Bilimsel objektif metotlarla kendi ulusal tarihi gerçeğimizi ortaya çıkarmayı hedefler. Bizim gibi sistematik olarak manipülasyona tabi tutulmuş, çarpıtılmış, devletin beka sorunu olarak formatlanmış toplumsal olayların yeni bir gerçek hikâye üzerinden yeniden kurgulayarak yazmaya çalışmak oldukça meşakkatli bir uğraştır. 1915-1925 dönemi, Kürtler açısından en çok çarpıtılan, bir dizi olayın iç içe geçtiği (Ermeni Soykırımı, Kürdistan’ın parçalanması, Türk Devlet inşası) çok çetrefili bir sürü başlığı içerisinde barındırır. Önemli olan resmin bütünlüğü içinde, taşları yerli yerine oturtmaktır. Bu tarihsel kesitin, önemli bir olgusudur 1925 Hareketi.
1925 Hareketi, Devlet eliyle Türkçülüğün inşasına, Kürtlerin gösterdiği toplumsal tepkidir. Tepkiyi önemli kılan, kendiliğinden değil, örgütsel olmasıdır. 1925 Hareketi hakkında bugüne kadar öne sürülenlerin yeterli olmadığı, ciddi yanlışlar içerdiği, çağın bilimsel objektif literatürüne uygun ifade edilmediği, yaratılan algının Kürtlerin ulusal haklarının inkarına, daha çok resmi ideolojinin mühendislik faaliyetlerine malzeme olduğu kanaatini taşıyorum. Maalesef Kürt yazın dünyası, kendi tarihine bakış, bilimsel araştırma ve inceleme yapma konusunda oldukça çorak. Ciddi şekilde araştıran ve tartışan bir kesim mevcut; ancak buna rağmen Kürt resmi ideolojisinin; bilimsel metotları kullanarak geçmişi eleştirel süzgeçten geçirip, geçmişle yüzleşebilme derinliğine istenilen oranda yakaladığını söyleyemeyiz.
Bunun başlıca sebebi 1960’lı düşün dünyamızı şekillendiren içsel mirasımız değil, dışsal akımların etkisiydi. Yaratılan bu dışsal atmosfere direnen siyasal hareketler vardı, ancak bunlarda müthiş bir abluka altındaydılar. Örneğin Komal yayınevinin çıkardığı ‘Koçgiri Halk Hareketi’ adlı kitabın önsözünde; “Kürt egemen sınıfları hedef değil, engeldirler” belirlemesi yapıldığında ‘kıyamet‘ kopmuştu. Bu belirleme bile sorunluydu. Tarihsel mirasımız olan Kürt milli hareketi, uzak durulması gereken “ilkel” ve “gerici” bir yapı olarak lanse edildi. Geçmişle ilgilenmek, araştırmak ve tarihsel miras olarak sahiplenmek o günün şartlarında ‘itibarlı’ bir iş değildi.
Tarih yazımını inşa ederken, ilk yapmanız gereken, karşı tarafın hamlelerini bilmek ve boşa çıkarmaktır. Kemalizm, Türklük potasında bir homojen ulus yaratma projesiydi. Bu projeye göre, Kürtlerin kendi ulusal hakları için verdikleri bir örgütlü mücadele tarihleri olmamalıydı. Türk resmi ideolojisine göre, olup-bitenler ‘ şaki’, ‘sergende’, ‘çete’ , ‘Şeriatçı-gerici’ yada ‘mezhepçi’ hareketler olarak küçümsenip aşağılanmalıydı. Kemalistler ortaya koydukları şablonu güçlendirmek için 1925 Hareketinin örgütsel yapısını inkâr ettiler, Hareketi şahsileştirerek, ‘gerici’ bir başkaldırı olarak dünyaya lanse ettiler. Türk Devleti, bununla bir taşla iki kuş vurmayı becerdi. Birincisi, uluslararası alanda diplomatik bir başarıya imza attı. İkincisi, hem 1925 Hareketi ‘ni hem de Dersim Direnişi hakkında Kürt zihin dünyasında yüzyıl süren bir kafa karışıklığının tohumlarını ekmeyi becerdiler. Kendi milli tarihini kutsallaştırırken, Kürtlerin milli tarihini deforme ederek aşağılayıp şeytanlaştırdılar.
Azadi örgütü ve 1925 Hareketini, Kürt hareketleri, partileri, aydınları ile Türk devleti ve Türk aydınları günümüze dek nasıl ele aldılar. Bu ele alış şekli nasıl sonuçlar yarattı. Siz bu konuyu nasıl yorumluyorsunuz?
Kürtlerin en büyük talihsizliği, Türkiye’de Kemalizm’den bağımsızlaşan sol ve liberal-demokrat hareketlerin olmayışıdır. Özellik Türkiye Komünist Partisi’ de (TKP) Mustafa Suphi ve arkadaşlarının öldürülmesinden sonra Kemalistlerin bir şubesi olarak işlev gördü. Kemalist tezlerin SBKP ve III. Enternasyonal nezrinde misyonerliğini yaptılar. Türk Solu, miadını tamamladığı 1980 Darbe’sine kadar da Kemalizm ile arasına (bazı istisnalar dışında) siyasal çizgi koyamadı. Dolaysıyla Kürtlerin başkaldırı ve direnişlerine bakış açıları oldukça olumsuzdu. 1965’lerden sonra gelişen Kürt siyasal hareketleri, yukarıda işaret ettiğimiz ideolojik zafiyetleri ve Kürdistan tarihine dair donanımlı kadrolara sahip olmamasından kaynaklanan kırılmalar yaşadılar.
Günümüzde Türk tarihçilerin, ideolojik bakış açılarını koruyarak yaptıkları araştırmalar var. Uğur Mumcu (Kürt-İslam Ayaklanması), Murat Bardakçı (İlk Kürt Bildirisi) ve Avni Özgürel (Kürdistan Teali Cemiyeti’nden PKK’ya), Dr. İhsan Şerif Kaymaz (Musul Sorunu), Prof. Dr. Abdulhaluk Mehmet Çay (Her Yönüyle Kürt Dosyası), Ersan Yavi’nin (Kürdistan Ütopyası) gibi kitap ve makalelerde satır aralarında Azadi’nin yakın tarihin en ciddi örgütlenmesi olduğuna vurgu yaparlar. Saydıklarımın ortak özelliği, devlet kaynaklarından bilgi alma imkânlarının olmasıdır.
Sayıları oldukça az olan, ancak Kemalist ideoloji ile hesaplaşma içine giren başta İsmail Beşikçi, Fikret Başkaya, Orhan Dilber gibi önemli şahsiyetler var. İsmail Beşikçi Hocamız Kürt siyaseti ile özdeşleşmiş bir isim. Kürdistan’ın paylaşılması sürecine dair çalışmaları ve Kürtlerin bağımsızlık hakkını tavizsiz bugüne değin büyük bedeller ödeyerek savuna gelmiştir. Bu nedenle Kürdistan merkezli hareketleri çok önemser. Bunların başında Berzenci Hareketi gelir. Bir makalesinde; “…Çünkü Berzenci, kendi toprağında ayaklanan liderdir. Bu özellik, hareketi güçlü, etkili, devamlı kılmaktadır.” Bunlar önemli tespitlerdir. Neredeyse aynı özelliklere fazlasıyla haiz, bağımsızlık programına sahip, kendi toprağında kurulan ve sonuçları itibariyle büyük etki yaratmış olan Kürdistan İstiklal Cemiyeti’nin adını bile anmaz. Kürdistan’la özdeşleşmiş bir bilim insanı için ciddi bir eksiklik ve manidar bir durum olduğunu vurgulamak istedim.
Kuzey Kürdistan’da faaliyet yürüten partilerin tutumuna gelince; PKK-HDP cephesi, Kürt tarihini kendileriyle başlattıkları için, doğal olarak ilgilenecekleri Kürt tarihi yoktur. Paradoksaldır. Kendilerinden önceki Kürt tarihi olayları gündeme geldiğinde, onlarda resmi ideolojiye uygun olarak ilkellikle suçlayıp aşağılamaktan geri durmuyorlar. Bu durum savunulan ideolojik argümanlarla da uyumludur. Ağırlıklı bir kısmı Türk-İslam düşün dünyasından yakın tarihte kopan, “dindar” kesimler ki bunların başında HUDA-PAR gelir. Tarihe ideolojik bakarlar ve niyetleri ne olursa olsun resmi ideolojiye uygun olarak manipülatif bir misyon üstlendiler. Bilimsel kriterlerle, tarihsel olaylara sistematik-objektif baktığınızda; ister ‘İslami’, ister ‘sosyalist’ ya da ‘liberal-demokrat’ olun, aynı sonuçlara ulaşmanız mümkündür.
Asıl sorun, “Kürdistan” ismiyle faaliyet gösteren parti, hareket ve gruplarla ilgilidir. Geçmişi bir tarihsel miras kabul ediyorlarsa, farklılık yaratmaları gerekir. Geçmişin objektif analizi, yaşananlardan ders çıkarılması, neden başarılamadığı sorularına yanıt aramalıdırlar. Tarih konusunda uzmanlaşan kadrolara ve giderek ortak bir tarih komisyonlarına sahip olmaları gerekmez mi? Yukarıda vurguladığımız Kürt tarihini inşa çalışmalarında ön açıcı olmaları bir gerekliliğin ötesinde zorunluluk değil mi? Aksine daha çok konjonktürel davranırlar, pragmatik bir mantıkla bazı şahsiyetlere ‘sahip’ çıkarlar. Pragmatik mantık kendilerine bir alan açmadığı gibi, statükocu tutumlarından dolayı yarardan çok zarara sebep oldular. “Kürdistani” parti, hareket veya grupların tutarlı bir tarih anlayışları olsaydı, Kürtlere dönük ardı arkası kesilmeyen algı operasyonlarına zemin bırakmazlardı (Mustafa Kemal’in demokratlığı, Ermeni Soykırımı’nın Kürtlere havale edilmesi gibi). Partiya Azadiya Kurdistan (PAK) bu hususta farklılık yaratmak istiyorsa da kendi içindeki kafa karışıklığından, yerli yerine oturtamıyor.
Azadi Hareketinin ilk oluşum fikri nerde ve nasıl ortaya çıktı. Hareketin oluşum şekli konjüktürel mi yoksa Kürdistan’ın objektif koşullarında kendi iç dinamikleri ile oluşan bir hareket midir? Yine ideolojik ve aynı zamanda lider, kadro hareketi midir? Bunu nasıl izah edersiniz?
Azadi’yi örgütleme fikri 1’inci Dünya Savaşı yıllarına dayanır. Rusya’da Ekim Devrimi gerçekleşince, Rus Ordusu geri çekilir. Bunun üzerine Halit Bey bulunduğu Palu’dan, 1918 yılında Varto’ya döner. Halit Bey’in İstanbul’da ilişkide olduğu yurtsever çevreler, Kürdistan Teali Cemiyeti’ni kurarlar. Halit Bey burada Kürdistan Teali Cemiyeti’nin faaliyetlerine yardımcı olur. Halit Bey ve arkadaşlarının düşündüğü örgüt modeli farklıdır. Moderinst ve geleneksel toplum kesimlerini kucaklayan daha kapsayıcı, ulusal bir çatı örgütlenmesidir. Yeni örgütlenmenin merkezi ve çalışma alanı Kürdistan olmalıdır. 1918 yılı içinde toplumun farklı kesimlerinden Varto’da bir danışma meclisi oluşturulur. Aynı zamanda Ordu içinde ulusal bilince sahip ve diyalog içinde olan ciddi bir kadro vardır.
1919 yılında görevli olarak Dersim Ovacık’a gönderilir. Aslında art niyetli bir görevlendirmedir; Halit Bey bu görevlendirmeyi bir fırsata çevirir. Dersim aşiretleriyle Ovacık’ta bir toplantı yapar ve beraber hareket etme kararı alırlar. Devlet, müthiş öfkelenmiştir. Derhal geri çağrılır. 2. Toplantısını Haziran 1920 yılında Varto’da Kürt-Alevi aşiretleriyle yapar. Her ne kadar karşı bir direnç varsa da bir kısmını ikna eder. 2. Toplantı devletin sabrını taşırmıştır ve Halit Bey’in Erzurum’a ataması yapılır. Alevi ve Suni Kürt aşiretlerini, ulusal talepler etrafında, aynı çatı altında bir araya getirme çabası tarihe not düşülecek bir çabadır. Halit Bey’in Erzurum’a gidip gitmemesi tartışılır ve Erzurum’un önemli bir merkez olduğu, birçok devletin diplomatik temsilciliklerinin bulunması dikkate alınarak gitmesinin daha uygun olacağı kararına varırlar. Aynı yılın (1920) sonlarına doğru 24 Kürt subayın katılımı ile Azadi (Kürdistan İstiklal Cemiyeti) kurulur.
Azadi Hareketinin oluşum sürecinde 4 Ana aktör mevcut. 1’incisi İstanbul Hükümeti, 2’incisi Kemalist Hareket ve oluşum, 3’üncüsü İngiltere ve Batı, 4’üncüsü SSCB. Azadi hareketi bu aktörler ile nasıl bir diplomasi geliştirdi. Aradaki çelişki ve çatışmaları nasıl ele aldı. Bu çelişkilerden yararlanabildi mi? Ağırlıklı olarak hangi güce dayanmayı esas aldı?
Azadi Hareketi, İstanbul Hükümeti ile Kemalist Hareket arasında bir tercih yapmazlar. İstanbul’da Seyyid Abdulkadir’le, Paris’te Şerif Paşa ile kontakları vardır. Halit Bey, Erzurum’a yerleştikten sonra özellikle Sovyetler Birliği’nin Erzurum Konsolosu Pavloski ile sıkı bir ilişki geliştirmiştir. Zaman zaman yaptıkları çalışmalar hakkında Sovyetlere bilgi verirler, muhtemel iş birliğinin çerçevesini sunarlar (10 maddelik protokol). Detaylı görüşmeler Tiflis’te Yusuf Ziya Bey’in katılımı ile sürdürülür. Lozan Anlaşması ile ilişkilerin kesildiğini biliyoruz. Bolşeviklerin Kemalist rejime maddi ve manevi destekleri alenileşmiştir.
Öte taraftan Azadi’nin dış şubeler tüzüğü gereği, İngilizler ve Fransızlarla ilişki kurmak amacıyla faaliyete geçilmiştir. Bu amaçla Musul, Bağdat ve Halep şubeleri kurulur. Tüzüğe göre bu şubelerin başlıca görevi, özellikle İngilizleri bağımsız bir Kürdistan kurulması konusunda desteklerini sağlamaktır. Lozan Anlaşması ile uluslararası destek umutları tükenir ve çalışmalarının ağırlığı içeriye kitlesel bir ayaklanmayı örgütlemeye yönelir. Kürtlerin en büyük şansızlığı Britanya ile Sovyetler Birliği arasındaki antagonist çelişkiye rağmen, her ikisinin de Kemalist Hükümetin desteklenmesi ve Kürdistan’ın parçalanması konusunda fikir birliğine varmalarıdır. Fransa ise Kürtler konusunda oldukça negatiftir. Dolaysıyla Kürtlerin devletlerarası çelişkilerden yararlanma zemini oluşmamıştır.
Azadi hareketinin öncü kadroları, günümüzdeki hareketlerin kadroları ile kıyaslandığında daha yetenekli ve daha fazla imkâna sahip oldukları görülmekte. Önemli bir kısmı, Osmanlı İmparatorluğu’nun Aşiret mektebinden mezun olmuş ve özel yetiştirilmiş lider özellikli şahsiyetler. Bu kadrolar askeri, siyasi, diploması, entelektüel, toplumsal etkisi açısından çok güçlü. Böylesi seçkin kadroya sahip bir hareketin yeteri düzeyde başarı gösterememesi bir tarafa, nasıl oldu da kısa bir sürede kendilerini ve kadrolarını koruyamayacak düzeyde yok olmayla karşı karşıya kaldı?
Azadi Örgütü ciddi bir siyasi, askeri, diplomatik ve entelektüel kadroya sahiptir. Kürt toplumunun farklı kesimlerini etkileme kapasiteleri var, ancak dünya konjonktürü tamamen Kürtlerin aleyhindedir. 1’inci Dünya Savaşı yeni bitmiş, Orta Doğu, Kürdistan yeniden paylaşılmıştır. Dünyayı yöneten güçler yeni bir statüko da karar kılmışlar. 1’inci Dünya Savaşı biteli 7 yıl, Lozan Anlaşması imzalanmasının üstünden sadece 2 yıl geçmiştir. Kürtlere reva görülen statükoya direnmek, değiştirmeye kalkışmak ve sadece Ankara Hükümeti’ne başkaldırı değil, Ankara Hükümeti’ni destekleyen tüm güçlere başkaldırıdır. Yenilginin en önemli sebeplerinden birisi budur. İkincisi Hareketin siyasi ve askeri liderlerinin erken yakalanması ve ayaklanmanın zamansız başlatılması ve askeri güç dengesizliğidir.
Araştırma ve tespitlerinize göre 1925 Hareketi ve Azadi Örgütü’nün stratejik liderliği olarak Cibranlı Halid Bey’i gösteriyorsunuz. Bu nedenle Cibranlı Halid Bey’in hareketi koruyabilmesi ve geliştirebilmesi için kendisini iyi koruyabilmesi gerekmekteydi. Fakat çok erken yakalandı. Sizce bu kadar erken yakalanmasının temel sebepleri nelerdi?
Cıbranlı Halit Bey Azadi’nin kurucusu ve lideridir. Bu husus benim araştırmalar sonucunda işaret ettiğim bir tespit değildir. Şeyh Sait Efendi’nin, Şark İstiklal Mahkemesi üyelerinden Ali Saip (Ursavaş)’la Hapishanede yaptığı konuşmada; “Kürdistan Davası benim değil, Cibranlı Halit Bey ve Yusuf Ziye Bey’in davasıydı” derken işaret ettiği husus budur. Bu ifadelerin iyi analiz edilmesi gerekir. Ortaya çıkan arşiv belgeleri, bu hususun tartışılmasına manidir.
Kendilerini koruyamadılar meselesine gelince, izledikleri stratejinin bir sonucudur. İzledikleri stratejinin ne kadar isabetli olduğu elbette tartışılabilir. 1924 Sonbaharına gelindiğinde, Yüzbaşı İhsan Nuri komutasında Azadi birliği, Beytüşşebap’ta ayaklama başlatıyor ve planlandığı gibi gitmiyor (aşiretleri katılımı olmadığı için). Devlet bu durumu fırsata çeviriyor ve Azadi’nin lider kadrosuna yönelik operasyonlara başlıyor. Azadi’nin önünde iki seçenek var. Genel ayaklanmayı başlatmak ya da hazırlıklarını tamamlamak için zamana oynamak. Mevsimin kış olması Kürtler için oldukça dezavantajdır. Tahrikleri ve provokasyonları boşa çıkararak baharı beklemenin daha uygun olacağına karar veriyorlar. Üçüncü bir seçenekleri yok. Çünkü sınırdaş, iş birliği yapabilecekleri dost bir devlet yok. Birinci seçeneğin devletin askeri stratejine uygun olduğunu biliyorlar. Devletin kış şartlarında savaş deneyimleri var ve bu nedenle kış şartlarında bir savaşın Kürtler açısından bir felaketle sonuçlanacağını düşünüyorlar. Bu nedenle ikinci seçeneği hayata geçirmeye karar veriyorlar; ancak Halit Bey ve lider kadronun yakalanması işin rengini değiştiriyor, Halit Bey yakalanınca, ‘bu iş bitti’ havasındaki bazı aşiret reisleri saf değiştiriyor ve hareketin kontrolden çıkması engellenemiyor.
Azadi Hareketi’nin diğer parçalarla ve oradaki siyasal yapılanmalarla ilişkileri ne düzeydeydi. Bu ilişkilere stratejik mi yoksa taktik bir yaklaşım olarak mı yaklaşıyordu. Ulusal bir yapılanmayı yaratacak güç ve potansiyele sahip miydi?
Ortaya çıkan belgelerden, Kürdistan’ın diğer parçalarındaki önemli aktörlerle ilişkilerinin olduğunu biliyoruz. Bunların başında Şeyh Mahmut ve İsmail Ağa (Sımko) gelir. Sımko’nun Azadi üyesi olduğunu biliyoruz. Kendisine rehberlik etmek üzere Kemal Fevzi gönderilmiştir. Şeyh Mahmut’a gelince mektuplaşmaların olduğunu biliyoruz. Şeyh Mahmud’un temsilcisi Ahmet Taqi’nin Halit Bey’le görüşmeleri var. Bu hususta Sayın Aso Zagrosi’nin çalışmalarına bakmak lazım. Ayrıca Azadi’nin Sovyetler Birliği’ne önerdiği 10 maddelik protokolün 9. Maddesi “Birinci bölümde belirtilen yöreler Kürdistan devletinin sınırları içine alınmazsa, Kürtler Rusya’nın yardımıyla dışarıda kalan bölümleri elde etmek için çalışmalıdırlar.” Denilmektedir. Azadi’nin programsal yaklaşımı ve pratik faaliyetleri, Kürdistan Sorununa parça boyutu ile bakmadığını ortaya koyuyor.
Şeyh Said Erzurum’un Hınıs ilçesinden yola çıkarak 1 Şubat 1925 tarihinde 300 kişinin katılımı ile Çan Dağı’nda bir toplantı gerçekleştiriyor (1 Şubat 1925, 300 delege sayısı ile kongre gerçekleştirdiği ve bu kongrede Şeyh Said’in başkan seçildiği belirtiliyor). Araştırmalarınız sonucunda gerçekleşenin kongre değil toplantı olduğunu, aynı zamanda bu toplantıda Şeyh said’in, Halid Bey’in yerine seçilmediğini belirtiyorsunuz. Şayet dediğiniz gibi ise Şeyh Said neden gittiği her yerde bir lider gibi kabul görüp, lider gibi karşılanıyor?
Şeyh Sait Efendi’nin Hareketin başına geçmesi, Kongre kararı ile değil, fiili durumun bir sonucudur. Bu hususu Şeyh Sait Efendi’nin kendisi de belirtir. Sözü edilen Çan toplantısı, Şeyh Sait Efendi’nin Hınıs’tan çıktıktan sonra yol boyunca Kanireş (Karlıova), Melekan (Solhan)’dan dan sonra, Çan’a gelir. Üç yerleşim yerinde de bölgenin ileri gelenleriyle istişare toplantıları yapar. Çan toplantısına Azadi’nin sekreteri Tayyip Ali katılmış ve erken ayrılmıştır. Nedeni ise genel gidişattan kaygılıdır. Aslında aynı kaygılar, Melekan’da Şeyh Kasım tarafından da dile getirilmiştir. Sonuç itibariyle yapılan toplantılarda alınan karar; bahara kadar beklenecek, herkes kendi çevresini organize edecek, baharla beraber Serhat’a dönülecek, ilk iş Bitlis ele geçirilerek, genel ayaklanma başlatılacaktır. Dr. Fuat’ın uyarılarına rağmen, Hareket Piran’da kontrolden çıkar. Bundan dolayı Şeyh Sait Efendi’nin kâtipliğini yapan Fehmi Bilal, anılarında, Piran hadisesi için “hayırsız gün” belirlemesi yapar. Diyarbakır, Kürtlerin zayıf halkası, devletin en örgütlü olduğu alanlardan biridir.
Azadi Hareketi’nin yaklaşık 6-7 yıllık bir alt yapı hazırlığı olmasına rağmen, 1925 Piran olayının patlak vermesi hareketin başarısız olmasına neden olarak gösteriliyor. Sizce hareketin başarısız olmasına temel neden olarak bunun gösterilmesi objektif ve yeterli midir?
Elbette yeterli neden değildir. Sadece nedenlerden birisidir. Yukarıda işaret ettiğimiz gibi; en önemli faktör dış desteğin sağlanmamış olmasıdır. Devletin askeri güçleri ile Kürt güçleri arasındaki oransızlık, devletin hazırlıklı, Kürtlerin hazırlıksız oluşu, askeri ve siyasi kadronun erken ele geçirilmesi olarak sıralanabilir. Etkili bazı aşiret reislerinin bireysel çıkar temelinde davranıp, saf değiştirmeleri ya da nötr kalmaları, 1925 Hareketi’nin sekteye uğramasında önemli bir etken olarak önümüzde duruyor.
1925 Hareketi’nin bastırılması ardından Cıbranlı Halid Bey ve ileri gelen kadroların Bitlis Harp Divanı tarafından yargılanmasına başlanılıp idam cezası veriliyor. Aynı şekilde Şeyh Said isyanın bastırılması, yakalanması ve ardından Diyarbakır İstiklal Mahkemesi tarafından yargılanmasına başlanılıp idam kararı veriliyor. Ardından idamlar gerçekleşiyor. Her iki yargılama biçimlerini yöntem olarak nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce neden Azadi Hareketinin tutanakları halen kamuoyuna kapalı tutuluyor?
Aslında devletin, aynı tarihsel olayda yer alan aktörlere yönelik, iki farklı çarpıcı örnek var. Şark İstiklal Mahkemesi ve Bitlis Harp Divanı. Devletin belgelerine göre de yargılananların tümü, “aynı kalkışmanın” faillerdir. Daha önce ele geçirilen Halit Bey ve arkadaşları, bugüne değin sadece ismini bildiğimiz (Bitlis Divan-ı Harbi Mahsusu’da) yargılanıyorlar. Bu özel mahkemenin kimlerden oluştuğu, yargılamanın nerede ve nasıl yapıldığı, ithamların ve savunmaların neler olduğuna dair bugüne değin tek kelime sızdırılmadı. Mahkeme tutanaklarının hiç sızdırılmamış olması akla tek bir ihtimali getiriyor. Devleti zor durumda bırakacak ciddi bir siyasi savunmanın yapılmış olmasıdır.
Şark İstiklal Mahkemesi yargılamaları ise özellikle sızdırıldı, magazinleştirildi ve resmi ideolojinin tezlerine dayanak olarak kullanıldı. Nedeni; Şark İstiklal Mahkemesi yargılamaları tam da bir mühendislik çalışmasıdır. Mahkeme esas olarak, Mazhar Müfit (Kansu) ve Ali Saip (Ursavaş) gibi Teşkilat-ı Mahsusa üyeleri, talimatlarını sadece Başvekil İsmet Paşa’dan alan Savcı Ahmet Sürreya’dan (Örgeevren) oluşuyor. İşin ilginç tarafı sorgu, sual ve ‘sohbetler’ mahkemede değil daha çok hapishanede gerçekleştiriliyor. Saydığımız üçlünün sayısız defa hapishane ziyaretleri var. Ulusal çerçevede değil, dini argümanlarla savunma yapmaları telkin ediliyor, vaadler veriliyor. Daha ilginci Azadi ile ilgili kendilerine hiç soru sorulmuyor. Devletin çok titiz davrandığı bir husustur, geride aleyhinde kullanılabilecek siyasi belge bırakmamak.
1925 hareketi Kuzey Kürdistan’da uzun bir dönem büyük bir kırılmaya neden oldu mu sizce? Neden 1925 hareketinden sonra Kuzey Kürdistan’da uzunca bir süre güçlü bir Kürt hareketi gelişemedi?
1919’da Koçgiri ile başlayan, ardından 1925 Hareketi, Ağrı ile devam eden üç başkaldırı; en kapsamlısı Dersim olan bir dizi direniş hareketlerinden sonra 1940’lara doğru tamamen sindiriliyor. Kuzey Kürdistan’da Kürt aristokrasinin önderlik ettiği ulusal mücadele sürecinin de sonlanması anlamına geliyor. Büyük oranda sindirilen Kürt egemen sınıfları, 1950’lerde Demokrat Parti’nin iktidarı ile sisteme entegre etme faaliyetleri başlatılıyor. Bu süreç, 1960 Darbesi’nden sonra “Sivas Kampı” uygulamaları devreye sokularak; ‘tehdit’, ‘teşvik’ pekiştiriliyor. 1965’lerden sonra şekillenen öğrenci önderlikli ve sol jargonlu siyasal hareketlerimiz, eski mirastan fiilen ve fikren kopuk bir zemini de günümüze kadar sistemleştirilerek getirildi. Ulusal mücadelede vazgeçilemez olan bir toplumsal sınıf (Kürt aristokrat sınıfı), bilinçli olarak aktör olmaktan çıkarılarak hedef haline getirildi.
Ruken Hatun Turhallı - Basnews