Kürd ulusal mücadelesinin, yaklaşık iki yüz yıllık tarihi vardır. Zor şartlarda, büyük zorluklarla, engellerle, kılıçlar altında verilen bu mücadelede önder ve aydınların tutumları, başarıları ve başarısızlıkları, Kürd ulusunun geleceğinde belirleyici olmuştur.
Tarihsel olarak, Kürd önderlerin birlikte davranış gösterememeleri, dikkat çekici bir durumdur. Bu durumu, çok erken bir dönemde tespit edip bundan yakınan ilk kişi, Kürd bilgesi Ehmedê Xanî olmuştur. Dünyada, dini mensubiyetten ulusal mensubiyete geçişin yeni başladığı, milliyetçiliğin bir ideoloji olarak daha ortaya çıkmadığı 17 yüzyıl sonlarında, Kürdlerin “millet” olmaları gerektiğini, bunun için Kürd Beylerinin, önderlerinin birlik yapmaları gerektiğini söyleyen Xanî, Kürd önderler için erken bir teşhis koymuştu. Ancak bu teşhisin, sonraki dönemlerde tedavisi yapılamadı ve Kürdler bu dertten çok çekti, hâlen çekmeye devam ediyor.
Ehmedê Xanî’nin çok önceden belirlediği “birlik” konusu, Kürd ulus mücadelesinde hep sorun oldu. Beylik veya aşiret yapılanmaları içinde bulunan Kürdlerin bir kısmı bir hareket içinde iken diğer bir kısmı, bu hareketin karşısında oldu veya düşmanla işbirliği yaptı. Bu genel karakter, Kürd ulusal mücadelesinde, günümüze kadar damgasını vurdu. Kürd önder ve aydınları için, “Ben ve Ben” anlamında “Ez û Ez” davranışının, kendi rolünü ve önemini abartan tutumların, Kürd milletine maliyeti büyük oldu. Bunun tarihsel örnekleri çoktur. 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başında Kürdistanı gezen Batılı gezginler ve bölgede görevli Batılı yetkililerin de konuyla ilgili önemli değerlendirmeleri vardır.
İngiltere’nin İstanbul Komiseri, Amiral Sör J. Robeck, İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon’a gönderdiği 29 Mart 1920 tarihli bir telgrafta şöyle diyordu:
“Kürdistan için bağımsızlık ya da özerklik önerisinde bulunma konusunda çok tereddüt vardır. Kürdlerin çoğu bir başkan tarafından, yukarıdan idare edilmeyi bekliyor. Hemen hiçbir ortak yanı bulunmayan aşiret ağalarından ve şeyhlerden daha yukarısını görebilenlerin sayısı parmakla gösterilecek kadar azdır. Kürdistan dışındaki yerlerde yaşayan eğitimli bazı Kürdlerden ayrılıkçı fikirler besleyenler vardır ama onlar da etkilerini ve önemlerini abartmaya yatkındırlar.” (Mesut Yeğen, İngiliz Belgelerinde KÜRDİSTAN 1918-1958, Dipnot Yayınları, 2012, s. 129, Belge: FO 371/5067, Belge No: E 970)
Sosyolog İsmail Beşikçi de konun başka bir yönüne dikkat çekip şöyle diyor:
O dönemde, Kürdlerdeki Osmanlı hayranlığını ‘vurdumduymazlık’ olarak değerlendirmek gerekir. Mekke ve Medine’deki Müslüman Araplar bile Osmanlı’dan, padişahtan kurtulmak için İngilizlerle işbirliği yaparken, Kürdlerin, Padişahın, Halifenin yanındayız, Padişah’ı, İslam’ı, Halife’yi kurtarmak için bütün olanaklarımız seferber ederiz türü açılamalar yapmaları, Kürdlerin, Kürdistan’ın kurtuluşuna hizmet etmemiştir.”
Kürd ileri gelenlerinin birlik sağlayamamaları ve kendi ulusal çıkarından çok başka değerlere önem vermeleri, ciddi araştırmalara konu olabilecek niteliktedir. Yanlışlar, hatalar yapsalar da Kürd önder ve aydınları büyük bedeller de ödediler, bir çoğu bu uğurda can verdi. Kürd ulusal mücadele tarihinde, “kahraman” diye nitelendirilebilecekler olduğu gibi, “hain”, “işbirlikçi” diye nitelendirilebilecek davranışları olanlar da vardır. Mücadelenin zorluğundan dolayı, sapmalar olmuş, umutsuzluktan pişmanlıklar yaşanmış, işbirlikçi tavırlar yaygınlaşmış ve bazıları hıyanet çizgisine kadar varmışlardır.
Günümüzde hâlen, İdris-i Bitlisi’nin beş yüz yıl önceki tavrını, Kürdler adına doğru bulanlar olduğu gibi, “işbirlikçilik” olarak değerlendirenler de vardır. 19. yüzyılda Bedirhan Bey’in ayaklanması sırasında, yeğeni Êzdîn Şêr’in tavrı da aynı şekilde değerlendirilmektedir.
20. yüzyılın başında, Osmanlının son döneminde, Kürdistan’ın parçalanması sürecinde, bazı Kürd önder ve aydınlarının kendi ulusuna karşı tavırlarına tanık olunmuştur. Bu, bazen o kişilerin, kişisel zaaflarından, bazen yetersizliklerinden bazen aldanmalarından bazen bilmezliklerinden bazen umutsuzluğa düşmelerinden dolayı olmuştur. Kürdler, bu konuda çok büyük talihsizlikler de yaşamışlardır.
19. yüzyılın sonlarında II. Abdülhamid’e karşı bir muhalefet olarak ortaya çıkan İttihat-Terakki Cemiyeti’nin dört kurucusundan ikisi (Abdullah Cevdet ve İshak Sûkûti) Kürd olmasına karşın bu cemiyet, sonradan Kürd mücadelesini engelleyen en büyük yapı olmuş ve Kürd ulusunu yok sayan, Türk ulusuna dayalı bir devletin temellerini atmıştır.
1909 yılına kadar Kürdlük adına bir şeyler yapmaya çalışan Mehmet Ziya (Gökalp), bu tarihten sonra Kürdlerin Türk milletine entegrasyonu için çalıştı, Türk milliyetçiliğinin temellerini atan kişi oldu.
Yine aynı dönemde, önceleri Kürd kimliğiyle öne çıkan Süleyman Nazif, Musul Valisi iken Kürdler adına Osmanlı Hükümeti’nden bazı taleplerde bulunan Şeyh Abdülselam Barzani’yi idam ettirdi; 1918 yılında İstanbul’da, Kürdistan Teali Cemiyeti’ne karşı, Vilâyat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuku Milliye Cemiyeti kurulmasına öncülük etti.
Diyarbakır’da, Ziya Gökalp’ın dayıları Pirinççioğulları, Tigreller, Süleyman Nazif ve benzerleri, önceleri İttihat-Terakki, sonraları Kemalistlerle işbirliği yaparken aynı zamanda Kürdlerin adının Ermeni katliamlarına bulaşmasına da sebep oldular.
1914 yılında, Bitlis’te Mele Selim önderliğinde verilen mücadelede, Bitlis’teki önemli bir kesim, devletle işbirliği yaptı, bunun karşılığında madalyalarla ödüllendirildiler. Bu işbirlikçilik, 1918-1923 Mondros-Lozan sürecinde de devam etti. Cumhuriyetin kuruluş sürecinde, Norşênli Şeyh Ziyadeddin (Şeyh Hazret) gibi bazı Kürd şeyhlerinin, Mustafa Kemal’le yaptığı işbirliği, Kürdlerin aleyhinde meydana gelen gelişmelerde önemli roller oynadılar.
Cemilê Çeto, Emînê Perixanê (Emînê Ehmed) gibi sayısız örnekte görüleceği gibi, işbirlikçilik yapanlar, işleri bitince, karşılığını canlarıyla ödediler. Halkına yaramayanı, düşmanı da işi bitince çöp sepetine attı. Emînê Ehmed ve iki kardeşi devlet tarafından öldürüldü. Cemilê Çeto, “Min zanibuya ko wisa bive, minê wa di Sêvasê de derxistina (Bilseydim böyle olacağını, onları Sivas’ta çıkarırdım)” diyordu. Ve kendi kendine cezaevinde söylediği, “Cemîlê Çeto ji kerê keto (Cemilê Çeto, eşekten düştü)” sözü, sonraları, herkesin diline dolanacaktı. Ama son pişmanlık fayda vermiyor.
Yıllarca Ermeniler tarafından suçlanan Mutkili Hacı Musa, tüm dönemlerde hep devlet yanlısı bir tutum almasına karşın 1925 Ayaklanmasından sonra kendisine güvenilmedi, Anadolu’ya sürgün edildi. Sürgün yerinden Güney Kürdistan’a kaçtı. Bir zamanların şatafatlı büyük aşiret reisi, kısa bir süre sonra, 1928 yılında öldüğünde yalnızdı. Ardından oğlu Medeni, yine işbirlikçilik tavrıyla Haydaran Aşireti Reisi Kör Hüseyin Paşa’ya pusu kurup öldürdü (1929). Sonradan, intikam için o da öldürüldü…
1925 Ayaklanması sürecinde, AZADÎ Hareketi içinde Binbaşı Kasım’ın durumu da ilginç bir örnektir. Kasım, Cibranlı Halid’in eniştesi, Şeyh Said’in bacanağıdır. Ama devletle işbirliği yapmaktan kaçınmadı ve sonunda Cibranlı Halid ve Şeyh Said idam edilirken o da Batı Anadolu’da mecburi iskâna tabi tutuldu.
Bu örnekler çok daha fazla arttırılabilir.
Başkalarının Değirmenine Su Taşıyanlar
Bazı Kürd önder ve aydınları, savundukları ideolojiden, sahip oldukları inançtan veya kişisel çıkarlarından dolayı da Kürd mücadelesinde uzak durdular. Saidê Kürdî veya Bediüzzaman Sait Nursi, başlangıçta Kürd mücadelesinin önemli bir unsuru iken sonraları tamamen İslam’a hizmet yoluna girdi, Nur Hareketi’ni yarattı. Hem Mele Selim önderliğinde Bitlis’te meydana gelen ayaklanmada hem Şeyh Said önderliğinde Diyarbakır’da meydana gelen ayaklanmada, “İslam Ordusu” olarak nitelediği Osmanlı-Türk Ordusu’na silah çekilemeyeceğini belirtti. 1918 yılına kadar Saidî Kürdi (Eski Said) iken sonra Sait Nursi (Yeni Sait) oldu. Buna karşın, yaşamı boyunca Türk yöneticileri onu hep düşman gördüler, hayatı sürgünlerde geçti. Bir mezarı bile yoktur. Zamanın en büyük alimlerinden (Bediüzzaman) biri olmasına karşın, Kürdlüğe verebileceği daha fazla katkıyı sağlayamadı.
Dr. Mehmet Şükrü Sekban’ın durumu da Kürd ulusal mücadelesinde ilginç bir örnektir. Uzun yıllar Kürd ulusal mücadelesinde emek verenlerden biridir. İlk cumhuriyet hükümetinde bakan olan Diyarbekirli Fevzi Pirinççioğlu aracılığıyla, 1923 yılında, Mustafa Kemal’e, Kürd ulusal haklarıyla ilgili mektup yazdı; otuzlu yıllarda ise “Kürdler Türk’tür!” tezine sarıldı.
Kürd ulusal mücadelesinin önemli açmazlarından biri de karşıdakilerin güçlülüğü ve bunun sonucu olarak umutsuzluk yaratmasıdır. Bu yüzden pek çok Kürd önder ve aydını zamanla umutsuzluğa kapılarak ya köşesine çekildi ya da mücadele verdiği güçlerle işbirliği yapma durumuna düştü. Arkadaşlarına, halkına küsenler (!) de oldu. Kimisi de Palulu Abdullah Sadi gibi, arkadaşlarını suçlayarak mahkemede pişmanlığını dile getirdi.
1919-1920 Paris Barış Konferansı sürecinde, konferanstaki Kürd delegesi Şerif Paşa, aleyhinde çekilen telgraflar üzerine, “Ne hâliniz varsa görün!” anlayışıyla konferanstan çekilerek “hayatını” yaşamaya başladı. Dr. Abdullah Cevdet, Ord. Prof. Dr. Mehmet Şükrü Baban, Muhammed Mihri Hilav, Seyid Şefik Arvasi, Abdürrahim Rahmi Hakkâri (Zapsu) gibi niceleri ve Bedirhan, Baban, Cemilpaşa gibi büyük ailelere mensup kişiler, sonraları ya köşelerine çekildi ya da başka değirmenlere su taşıdılar.
“Başkalarının Değirmenine Su Taşıyanlar” nitelemesine, yakın dönemden dört ilginç örnek verebiliriz. Özellikle Kürdler adına, ifade yerindeyse “Türkiye Kürdistanı’nda yaprağın kıpırdamadığı”, 1940-1960 yılları arasındaki dönemde, Musa Anter gibi bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda Kürd aydını bir şeyler yapmaya çalışırken aynı dönemde sisteme muhalif olan, Yaşar Kemal, Ahmet Arif, Cemal Süreyya ve Atıf Yılmaz gibi bazı aydınlar, Kürd ulusal mücadelesine uzak durdular; farkında olsalar da olmasalar da sistemin değirmenine su taşıdılar. Kürd mücadelesine dolaylı katkıları, hatta doğrudan mücadele edenlerin bazılarından daha fazla katkıları olsa da rollerini oynamadılar ve kaynaklar onları Kürd Aydını kategorisinde saymıyor.
Yaşar Kemal, ailesi Birinci Dünya Savaşı yıllarında (1916 Kürd Tehciri döneminde), Van’dan Adana’ya göç etmiş, tartışmasız Türk dilinin en büyük romancısıdır. Romanlarında, büyük oranda Kürdleri konu alırken içinde bulunduğu koşullar, Adana’da bir Türk köyünde büyümüş olması, onu Kürd ulusal mücadelesine uzak bıraktı. Kürdlüğünü hiçbir zaman inkâr etmezken sosyalist kimliğiyle ön plana çıktı, hatta zaman zaman Kemalist yaklaşımlar içinde oldu. Son yıllarında, Kürd mücadelesinin gelişmesi, özellikle Mehmet Uzun romancılığından sonra, pişmanlık duymaya başladı, Kürdlüğe daha çok yaklaştı ama geç kaldı. Buna karşılık Kürdlere katkısı, Kürd mücadelesi içinde bulunan pek çok kimseden daha fazla olmuştur.
Diyarbekirli Ahmed Arif de herkesin kabul edebileceği gibi, Türkçe dilinin en büyük şairlerindendir. Şiirlerinde konunun bir kısmı Kürdlerdir ama onun da sosyalist kimliği, ulusal kimliğinin önündedir. Kürd emekçilerinin öldürülmesini konu alan “33 kuşun” şiiri bir şaheserdir, bir destandır adeta. Gerçekçi olmak gerekirse onun gibi büyük bir şairin, Kürdler inim inim inlerken cezaevinden sevgilisine aşk mektuplar döşemesi, yadırganacak bir durumdur.
Yine Türkçe dilinin büyük şairlerinden Cemal Süreyya’nın, daha çocukken sürgüne gönderilen Dersimli bir Kürd olduğunu, kamuoyu, ölümünden kısa bir süre önce öğrenebildi. Türkiye’nin en büyük film yönetmenlerinden Atıf Yılmaz, Kürd kimliğini hep sakladı. Oysa o da Yaşar Kemal gibi Birinci Dünya Savaşı sırasında, Elâzığ’dan Mersin’e göç eden, bir Kürd ailesinin çocuğudur. Yaşar Kemal, onu deşifre (!) etmese onun Kürd olduğunu kimse bilmeyecekti.
Kürd olup, en azından köken olarak Kürd olup başkalarının değirmenine su taşıyan aydınlar o kadar çok ki. Günümüzden birkaç örnek daha: İhsan Doğramacı, Toktamış Ateş, Atilla Sav, Emrehan Halıcı, Cemal Süreyya, Cihat Baban, Selahattin Hilav, …
Kürd Aydını Dramı, ciltlerce kitaba sığmayacak kadar geniş bir konudur…
/CT/