Yaşam hakkına karşı devletin sorumlulukları olduğunu, bunun hukuk sistemi tarafından tanındığını hatırlatan insan hakları savunucusu Mehmet Emin Aktar, "Yaşam hakları ihlal edildiğinde, yaşam hakkını ihlal eden kişi ya da kişileri cezalandırmaya yönelirler. Peki bunu devletin içinde 'birileri' yaparsa ne olur? Olması gereken şey, devlet içinde 'birileri' yaptığında, onların da cezalandırılması. Türkiye'nin hukuk sisteminde bu var, normatif olarak yazılı bu. Ama uygulama, pratik ne şekilde ilerliyor. Pratik tam tersi şekilde işliyor" dedi.
ARTI TV'de yayınlanan Söz Sırası programında konuşan Aktar "cezasızlık" politikasına dikkat çekerek, bunun yargı eliyle, yargı kullanılarak yapıldığını ifade etti. Bu amaçla birkaç yöntemin kullanıldığını açıklayan Aktar'ın konuşması şöyle:
YARGI ELİYLE FAİL CEZALANDIRILMIYOR
"Yargıyı kullanarak, yargı eliyle yapıyor. Ya faili ortaya çıkarmayarak, bilinen faili, bilinmez hale getirerek. Failin bulunmadığına ilişkin uzun yıllara varan soruşturmalar yürüterek, 'zaman aşımı' sonucunda bu soruşturmaları düşürerek. Önemli ölçüde bu yöntemi kullanıyor.
'YETERSİZ DELİL' GEREKÇESİYLE BERAAT
Diğer yöntem ise, hakkında dava açılanlar, her ne kadar delil olursa olsun, görgü tanıkları olsun, silah olsun vs. bunların bütününde, yeterli deliliin bulunmadığı, 'yetersiz delil' dolaysıyla beraat kararı vermek. Yargı eliyle suçu aklamak. Böyle de bir yaygın pratik var.
Peki diğeri nasıl? Bazı dönemlere ilişkin yasal düzenlemeler olduğunu biliyoruz. Mesela 1930 sonrası, özellikle Zilan Vadisi’nde yaşanan katliam sonrası, 1931 yılında bir yasal düzenleme yapılıyor 1850 sayılı bir yasayla. Bu yasayla, açık bir biçimde o dönemde görev yapmış bütün kamu görevlilerinin yanı sıra herhangi bir şekilde görevlendirilmiş kişilerin, herhangi bir cezai ve hukuki sorumluluğunun bulunmadığı kanunla düzenlenmiş.
15 TEMMUZ'DA SUÇ İŞLEYENLERE KORUMA
Benzer düzenleme 15 Temmuz 2016 tarihindeki darbe girişiminden sonra meydana gelen olaylar nedeniyle de yapıldı. Ve bu düzenlemelerle de o dönemde, yani 15 Temmuz ve sonrası birkaç gün suç işleyenlere bir cezasızlık zırhı giydirildi. Bunların yargılanamayacağı, ceza alamayacağına dair. Yani, kişiler aslında kullandıkları bir kamu yetkisini, aşırı şekilde kullandıklarında bile cezalandırılamayacaklardı.
KÜRT İŞ ADAMLARI VE AYDINLARIN ÖLDÜRÜLMESİNE İLİŞKİN DAVALAR
Diğer örnekler nedir peki? 13 Aralık’ta Ankara’da bir dava görüldü. Kürt iş adamları ve aydınlarının öldürülmesine ilişkin bir davaydı. Bu davada dönemin Emniyet Genel Müdürü, Özel Harekat Daire Başkanı gibi önemli güvenlik birimlerinin başındaki kişilerin de sanıklar arasında bulunduğu kişilerin tümü hakkında mahkeme ‚beraat‘ kararı verdi.
GEREKÇESİ AÇIKLANMAYAN BERAAT KARARLARI
Çok ilginçtir mahkeme beraat kararının kısa halini bile avukatların ve mağdur yakınlarının yüzüne karşı okuyamadı, beraat kararı verdiğini söyledi ve çekildi. Bu kararın örneğini avukatlara vermediği gibi, ancak 13 gün sonra UYAP üzerine yükledi. Ve orada da sadece‚ beraatlarına‘ dedi. Oysa daha önceki örneklerine baktığımızda, iki satırlık ‚nezaketen‘ neden beraat kararı verildiğini açıklarlardı. Örneğin ‚Cizre JİTEM‘ davasında 2015 yılında beraat kararı verilmişti. Orada ‚sanığın cezalandırılmasına yeterli her türlü kuşkudan uzak, kesin ve inandırıcı deliller elde edilmediğinden‘ denmişti. Bu klişe bir ifadedir ama, bunu hiç olmazsa kullanmışlardı. Ama aradan geçen 4 yıl içinde yargının geldiği noktada bunu da kullanma gereği duymadığını görüyoruz.
Örneğin önceki hafta 8. yıldönümü olan Roboski Katliamı’nda da benzer karar verirken yargı benzer bir ifade kullanmıştı. Ne demişti: Kaçınılmaz hata. Ne demekse? Yani her şey doğru, tartışılmış, görüşülmüş, uçaklar tarafından bombalanmış ama ‚kimseyi cezalandırmıyorum’un diğer bir adıydı aslında. Sanki bir kaza olmuş gibi. Kaza olduğunda bile (ör. araba kazasında) kusurulu olmasından dolayı birilerini yargılarsınız. Oysa orada savaş uçaklarıyla insanlar bombalanmış, katledilmişlerdir. Bir kişi bile sanık olarak mahkeme önüne çıkarılmadı.
MAHKEMELER OLAYIN OLDUĞU YERİN DIŞINDA GÖRÜLÜYOR
Peki son dönemde davaya dönüşen soruşturmalarda hangi problemler var? Yaygın biçimde ‚güvenlik gerekçesi‘ ile davaların nakledilmesi problemiyle karşı karşıya kalıyoruz. En son Ankara’da beraatla sonuçlanan davada da, maktullerin çoğu İstanbul’da öldürülmüştü, bir kısmı Ankara’da öldürülmüştü. Bu dava hariç diğer bütün davalarda mahkemenin suçun işlenmediği yerde görüldüğünü görüyoruz.
Mesela Derik Davası, Muş Davası Kırıkkale’ye gitti. Dargeçit Davası Adıyaman’da devam ediyor. Cizre JİTEM Davası Eskişehir’e gönderildi. Diyarbakır JİTEM Ana Davası da, Musa Anter’in katledilmesine ilişkin dava ile birlikte Ankara’da görülüyor. Orta Anadolu’da belli illerde, belli yerlerde bu davalar görülüyor. Eskişehir ve Ankara yoğunluklu olmak üzere.
MAĞDURUN ADALETE ERİŞİMİ GÜÇLEŞİYOR
Bu neyi sağlıyor peki? Mağdurun adalete erişimini daha da güçleştiriyor. Düşünün Derik’ten, Dargeçit’ten, Muş’tan kalkıp Ankara’ya, Eskişehir’e gitmek için ayrı bir masraf ödemeniz gerekiyor. Devlet bunu karşılamıyor. Ayrıca gittiğiniz yerde yargılanan kişileri kahraman gibi algılayan bir kitleyle de karşı karşıya geliyorsunuz.
Bu açıdan bakıldığında da aslında bir saldırının hedefi olma ihtimaliniz var. 2010 yılında Samsun’da görülen bir davada buna benzer bir olayla karşı karşıya kalmıştık. Avukatlar ve giden siyasetçiler saldırıya uğramıştı. Mağdurlar saldırıya uğramışlardı. Onlara karşı bir saldırı organize edilmişti. Bu hem hak arayan, yakınlarını kaybedilmesinden dolayı faillerin cezalandırılmasını isteyen mağdurlar için, hak arama yollarının tıkanması anlamına gelmektedir.
PİS İŞLERİN KİRLİ İNSANLARI
Bu ikinci bir şekilde cezasızlık pratiğinin yargı eliyle hayata geçirilmesidir.
Siz hangi delillerden hareket ederseniz edin, örneğin 13 Aralık’ta karar verilen dosyada, dönemin MİT Kontr-Terör daire Başkanı dinlenmişti. Tetikçi olarak kullandıkları bir isimden söz edilmişti. O ismin bir çok suça karıştığı biliniyordu. "Neden bu elemanı muhbir olarak kullandınız?" diye sorulduğunda çok dehşet verici bir cevap verilmişti, "Siz pis işleri temiz insanlara yaptıramazsınız".
Pis işleri temiz insanlara değil, kirli insanlara yaptırıyorlardı. Bunu itiraf edense yıllarca devletin istihbarat örgütünün tepesinde yer alan biriydi.
Dönemin Başbakanlık Teftiş Kurulu’nun başkanı düzenlediği bir rapor dolaysıyla durumda dinlendiğinde, orada raporunu tekrar etmiş ve Vedat Aydın, Musa Anter gibi belli isimleri sıralayarak şöyle bir ifadede bulunmuştu: Bunlar devlet düşmanıdır, ölümü defalarca hak etmişlerdir, ancak bunların öldürülmesine ilişkin yöntemlerde hata vardır.
Yani öldürmeye ilişkin herhangi bir kaygı duymuyor, ancak öldürülürken başka yöntemler uygulanmasının ortaya çıkmasının engellenmesi gerektiğini söylüyordu.
ÖLDÜRMELERİN BAŞKA İL SINIRLARI İÇERİSİNDE YAPILMASI
Bir husus daha var; bu tür cinayetlerde başvurulan yöntemlerden biri de cesetlerin bulunmasının önüne geçmektir. Kaçırıldığı, öldürüldüğü ilin sınırları dışına taşıyarak. Örneğin Vedat Aydın Diyarbakır il sınırının Elazığ tarafına bırakılmıştı.
Cizre JİTEM davasında bir belirgin özellik, hiçbir maktulün üzerinde kimlik yoktu. Ankara’da görülen davada da bir benzerlik vardı. Öldürülen hiç kimsenin üzerinde kimlik yoktu. Bu kimliğin bulunması ve soruşturma yapılmasını güçleştirmek için yapılıyor.
Bu hakikat davasını, mücadelesini yürüten insanlar var. Toplum bu konuda ciddi bir muhalefet göstermezse, ne yazık ki bu cezasızlık pratiği kendisini tekrar edecek."
Artı Gerçek