İsmail Beşikçi
14 Eylül 2018 de, Uluslararası Hrant Dink Vakfı’nın kuruluşunun Onuncu Yıl kutlandı. Bu vesileyle, ‘Uluslararası İnsan Hakları, Adalet ve Özgürlükler Konferansı’ düzenlendi. ‘Geçmişe Bakmak, Geleceği Tasarlamak’ başlığı altında yapılan bu konferansta dört oturum yapıldı.
Bu oturumlarda konuşmacılar ve moderatörler 2009 yılından itibaren, Uluslararası Hrant Dink Ödülünü kazananlar arasından seçilmiş…Birinci oturum, ‘Tüm Zorluklara Rağmen Adalet Arayışı’ başlığını taşıyordu. Aşağıda metin, bu oturumda yapılmış konuşmanın güncelleştirilmiş halidir.
Kenneth Roth’un moderatörlüğünü yaptığı bu oturumda Şebnem Korur Fincancı da, akademisyen ve İnsan Hakları savunucusu olarak bir konuşma yapmıştır. Programda adı olan üçüncü konuşmacı olarak yer alan Diyarbakır Barosu toplantıya katılamamıştır.
Toplantı, konuşmacıların daha önce hazırladıkları bildirileri sunmak şeklinde değil, Kenneth Roth’un açıklamaları ve konuşmacılara yönelttiği soruları ile başlamış ve devam etmiştir… Benzer toplantılar için bunun bir yenilik olduğu söylenebilir.
***
Adalet, hukuk, bağımsız yargı, hukukun üstünlüğü, barış, eşitlik, özgürlük, insan hakları, demokrasi, bilim, özgür eleştiri, ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü, dini inanç ve kanaat özgürlüğü gibi değerler, birbirleriyle çok yakından ilişkili olan, birbirlerini etkileyen, birbirlerini destekleyen, birinin varlığı, öbürlerinin de zorunlu varlığını gerektiren, birbirlerinin zorunlu kılan değerlerdir. Demokratik toplum, bu değerlerin hepsi bir arada olduğu zaman, hep birlikte işlerlik kazandığı zaman kurulabilmektedir. Toplumsal ve siyasal ilişkilerde, bu değerlerden birinin eksikliği, öbürlerinin de doğru-dürüst yaşanmadığı demokratik toplumun işleyişinde çok büyük bir zaaf olduğu anlamına gelir.
Eşitlik, özgürlük gibi değerler tıkır tıkır işliyor ama barış yok denilemez. Bilimin üretilmesinde hiçbir sıkıntı yok ama yargı bağımsız değil, denilemez. Bilimin üretilmesinde hiçbir sıkıntı olmaması, ifade özgürlüğünün, özgür eleştirinin etkin bir şekilde, pürüssüz bir şekilde işlediği anlamına gelir. İfadeden dolayı, eleştiriden dolayı, idari ve cezai takibatla karşılaşmamak anlamına gelir. Buysa, sonuçta, adaletin pürüssüz bir şekilde işlemesini sağlar. Demokratik değerlerin yaşandığı bir toplumda, ‘etkin bir basın özgürlüğü var ama, rüşvet, yolsuzluk, adam kayırma hala çok büyük bir sorun…’ önermesi yanlış bir önermedir. Çünkü, özgür basım bu olguların önlenmesinin en önemli çaresidir. Bu süreçlerin kamuoyuna yansıyabileceğinin bilinmesi, toplumsal denetim, bu tür süreçlerin gelişmesine engel olur.
Geçmişe baktığımız zaman ne görüyoruz? Son 60 yıla baktığımız zaman görünen şudur: 1860’lardan bu tarafa yaşanan ana süreç, özgürlüklerin gittikçe kısıtlanmış olmasıdır.
1961 Anayasası için, özgürlükçü bir anayasa denir. 12 Mart 1971 darbesinden sonra, 12 Mart Rejimi sürecinde, özgürlüklerin önemli bir kısmının kısıtlandığını, anayasada da bu kısıtlamaya, daraltılmaya ilişkin olarak değişiklikler yapıldığını görüyoruz. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra, 12 Eylül Rejiminde, özgürlüklerin çok daha daraltıldığını görüyoruz. 1982 Anayasası’nın ruhu, özgürlükler açısından, 1961 Anayasası’na göre çok olumsuzdur.
1982 Anayasası’nda da 1980’lrin sonlarından itibaren değişiklikler yapılmıştır. 1990’larda, 2000’lerde, 2010’larda birçok değişiklikle yapılmıştır. Bu değişikliklerde de özgürlükleri genişletici bir tutum yoktur. Bu değişikliklerde mevcut durumu muhafaza etmeye yönelik, veya özgürlükleri daha da daraltmaya yönelik bir tutum vardır.
2002’den sonra, AKP hükümetinin ilk dönemindeyse, Avrupa Birliği Uyum Yasaları çerçevesinde, özgürlükler konusunda bazı iyileştirmeler olduğu dikkat çekmektedir. Bu dönemde, ‘Çözüm süreci denen bir ‘barış’ durumunun yaşandığı da görülmektedir. Ama bu devamlı olmamış, özgürlüklerin kısıtlanması olarak ifade edilen ana çizgiye, kısa zamanda, tekrar dönülmüştür. 15 Temmuz 2016 da gündeme gelen darbe girişiminden sonra, özgürlüklerin iyice daraltıldığı hatta yok edildiği görülmektedir. Darbe girişiminden sonra ilan edilen OHAL döneminde, demokrasi sadece sandıkla ilişkilenen bir siyasal sistemin ve rejimin adı olmuştur. Demokrasiyi demokrasi kılan, ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü, bağımsız yargı, hukukun üstünlüğü, üniversite özerkliği, idarenin her türlü işleminin yargı denetimine tabi olması gibi temel mekanizmalara artık gerek duyulmamaktadır. Sandık birçok ülkede kuruluyor. İran, Irak, Suriye, Mısır, Sudan, Habeşistan, Rusya Federasyonu, Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan, Kırgızistan gibi birçok devletde de sandıkların kurulduğu görülmektedir. Ama bunların hiçbiri demokratik bir devlet değildir. Bunların hiçbiri, demokratik bir devlet olarak anılmaz…
Resmi İdeoloji…
Bugün özgürlüklerin kısıtlanmasından söz ederken, resmi ideoloji kurumundan söz etmek kaçınılmaz olmaktadır. Resmi ideoloji herhangi bir ideoloji değildir. Devletin idari ve cezai yaptırımlarıyla korunan ve kollanan bir ideolojidir. Resmi ideolojinin temel ilkelerini benimsemediğiniz zaman, eleştirdiğiniz zaman, devletin idari ve cezai yaptırımlarıyla karşılaşmanız olasıdır.
Resmi ideoloji Türk siyasal sisteminin en önemli kurumudur. Ama Türk anayasalarında resmi ideoloji diye bir kavram geçmez. Yasalarda, yönetmeliklerde de resmi ideoloji kavramı yoktur. Ama resmi ideoloji kavramı Türk siyasal hayatının en önemli kurumudur. Kırmız Kitap’da daha doğrusu, Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde de böyle bir kavram geçmez. Ama Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde, hangi düşüncelerin, hangi ifadelerin suç teşkil edeceği ayrıntılı bir şekilde gösterilir.
Resmi ideoloji devletin askeri ve güvenlik bürokrasisi tarafından, devlet bürokrasisinin üst makamları, yani İçişleri ve Dışişlerinin ve Maliye’nin üst bürokratları tarafından oluşturulur. Ama, üniversite, basın, yargı gibi devletin temel kurumları tarafından çok yoğun bir şekilde desteklenir, teşvik edilir. Bu bakımdan, bu yazının başında dile getirdiğimiz kavramlar hakkında açıklamalar yapmak, bu kurumları savunmak çoğu zaman risk almayı gerektirir.
1950’lerden 2010’lara kadar, bazı kitaplarla, yazılarla ilgili davalar görülmüştür. Bu davalara kısaca, ‘düşün suçu’ davaları denebilir. Bu davalarda, Ağır Ceza Mahkemesi veya Asliye Ceza Mahkemesi, kitaplarda, yazılarda ifade edilen düşüncelerle ilgili olarak, ‘bilirkişi’lerden rapor isterdi. ‘Bilirkişiler’, bir, üç, beş kişi olabilirdi. Bu raportörler, üniversitelerin, Ceza Hukuku, Anayasa Hukuku, Tarih, Sosyoloji, Antropoloji, Siyaset Bilimleri, Ekonomi, Türkoloji, Felsefe… kürsülerinden seçilmiş öğretim üyeleri, profesörler olurdu. Bunlar, kitapları, yazıları, içinde suç var mı yok mu, diye okur, ‘suç unsurlarına rastlanmıştır ’ veya ‘suç unsurlarına rastlanmamıştır’ şeklinde raporlar düzenleyip ilgili mahkemeye gönderirlerdi. Bu raporların bağlayıcı bir niteliği yoktu, ama, mahkemeler, çoğu zaman bu raporlara göre hüküm kurarlardı. İşte burada, resmi ideolojinin gereklerinin yapılması, yaşatılması konusunda, yargı ve üniversite arasında çok yoğun bir işbirliğinin olduğu görülmektedir.
1991’e kadar, ’Komünizm propagandası yapılıyor’, ‘Kürtçülük propagandası yapılıyor’, ‘Şeriatçılık propagandası yapılıyor’ diyerek, bazı kitaplar ve yazılar hakkında, toplatma kararları verilir, davalar görülürdü. Nisan 1991’de kabul edilen 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasası’yla, o zaman yürürlükte olan Türk Ceza Yasası’nın, 141-142. Maddeleri, 140 ve 163. Maddeleri yürürlükten kaldırıldı. ‘Komünizm propagandası yapılıyor’ denerek, ‘Şeriatçılık propagandası yapılıyor’ denerek dile getirilen fiiller suç olmaktan çıkarıldı. 140. Madde de ‘devleti, dış ülkelerde küçük düşürmek’ fiilleriyle ilgiliydi. Dış ülkelere basınında yayınlanan yazılar, haberler bu kapsamda değerlendiriliyordu. Ama sözü edilen Terörle Mücadele Yasası’nın 8. maddesiyle ‘Kürtçülük propagandası yapılıyor’ denerek ifade edilen fiillerin hem kapsamı genişletildi, hem de cezası çok ağırlaştırıldı.
Aslında üniversite-yargı işbirliğini, biraz daha temellendirerek, Güvenlik Bürokrasisi, Kamu Yönetimi, Üniversite-Yargı işbirliği şeklinde ifade etmek daha doğrudur. Burada, resmi ideolojinin gereklerinin yapılması, yaşatılması için kamu yönetimi, güvenlik bürokrasisi, üniversite ve yargı arasında, yoğun bir işbirliğinin yaşandığı görülmektedir. Bu işbirliğinin, ifade özgürlüğü, özgür eleştiri, bilim yöntemi, basın özgürlüğü, bağımsız yargı gibi, evrensel değerlere çok zıt olduğu hemen görülmektedir.
Herhangi bir kişi veya bir profesör, herhangi bir yazıyı veya kitabı istediği gibi eleştirebilir, kendi doğru bildiklerini vurgulayabilir ama, bir kitap veya yazı içinde suç var mı yok diye okunuyorsa, düşüncede suç aranıyorsa, orada bilim yöntemi zihniyeti yoktur. Böyle bir memur zihniyeti bilim ortamının oluşmasına engel olur. İfade özgürlüğü, özgür eleştir bilim yönteminin temel koşulu olduğu gibi demokrasinin de sanatın da temel koşuludur. Ama düşün hayatı üzerinde resmi ideolojini çok büyük bir etkinlik kurduğu da dikkatlerden uzak tutmamak gerekir. Kendisine sağcı denen profesörler de, solcu-Marksist denen profesörler de, liberal denen profesörler de, bu şekilde raporlar, ‘bilirkişi raporları’ denen raporlar yazmışlardır.
Resmi ideolojinin işlevini şu şekilde göstermek mümkündür. Naom Ckomsky, bugün, ABD’de, ABD yönetimini en çok eleştiren bir kişidir. Çeşitli nedenlerden dolayı, ABD yönetimini çok ağır bir şekilde suçlamaktadır. Ama bu eleştirilerden ve suçlamalardan dolayı, Naom Chomsky’nin evine baskın sabaha karşı baskın yapılmamaktadır, kitaplarına, yazılarına vs. el konup karakola, emniyete götürülmemektedir. Savcılık, mahkeme vs. dolaştırılmamaktadır. Gözaltı, tutuklama, cezaevi vs. yoktur. Çünkü, ABD’de, idari ve cezai yaptırımlarla korunan ve kollanan bir resmi ideoloji, resmi görüş yoktur. İdeoloji ile resmi ideoloji arasındaki farkı burada da vurgulamak gerekir. Türkiye’deyse, resmi görüşü, resmi ideolojiyi eleştirdiğiniz zaman, idari ve cezai yaptırımlarla karşılaşmanız büyük bir olasılıktır. Sabaha karşı evinize baskın yapılabilir, yazılarınıza, kitaplarınıza vs. el konulabilir… gözaltı, tutuklama cezaevi vs. gündeme gelebilir.
1960’ları düşünelim. Fransa’nın Cezayir’i sömürge olarak tutmasını en çok Jean Paul Sarte eleştiriyordu. Aynı zamanda bütün Fransızları da eleştiriyor, suçluyordu. ‘Hepimiz Katiliz’ şeklinde kitaplar yayımlıyordu. Fransa’da da resmi ideoloji olarak tanımlanacak bir kurum olmadığı için bu tür eleştiriler rahatça yapılıyordu.
Kürd Sorunu, Ermeni Sorunu ve Adalet Yürüyüşü
Devletin, hükümetin, resmi ideolojinin çok önem verdiği, üzerinde titizlikle durduğu bazı konular vardı. Kürd sorunu, Ermeni sorunu, Alevi sorunu vs. bunlardandır. Devlet, hükümet, resmi ideoloji bu sorunları yok sayılmasını, üzerinde düşünülmemesini, ille de düşünülecekse, devletin düşündüğü gibi düşünülmesini buna göre tavır ve davranış sergilenmesinin istemektedir. Bu temel sorunlarda, devletin, hükümetin, resmi ideolojinin istediği gibi düşünmek, buna uygun tavır ve davranış sergilemek kaydıyla, birçok konuda muhalefette bulunabilirsiniz, hükümete muhalefet yapabilirsiniz. CHP’nin 2017 yılı Haziran ve Temmuz aylarında, Ankara’dan İstanbul’a gerçekleştirdiği 25 günlük Adalet Yürüyüşü’nü bu çerçevede değerlendirmek gerekir. CHP, Kürd sorunu, Ermeni Sorunu, Alevi sorunu gibi temel sorunlarda, en az hükümet kadar devletçi düşünmektedir, bu düşüncesine uygun tavır ve davranış sergilemektedir. Adalet aramak için, bulmak için, kitlesel bir yürüyüş yapan CHP, elbette, ‘bunca Ermeni’nin, Rum’un, Pontus’un, Süryani’nin bunca taşınmaz malları, kimin eline geçti, nasıl geçti, sermeye dönüşümü çok kısa bir zaman içinde nasıl gerçekleşti?’ diye sormayacaktır… ‘Ortadoğu’da Filiistinli Arapların, haklarını, devlet olarak, partiler olarak savunuyoruz, neden, Kürdlerin hak istemlerini, devlet terörünü de tırmandırarak geriletmeye çalışıyoruz?’ demeyecektir.
Düşün Suçları’ında Adaleti Arama
Böyle ilişkiler ağında, Adalet, Hukuk, Kukukun Üstünlüğü gibi temel değerler nasıl yaşanıyor? Kürd sorunu, Ermeni sorunu, Alevi sorunu gibi temel sorunlarla ilgili kitapları, yazıları konu eden davalara baktığımız zaman şunu görüyoruz. Bu davalarda sanıklar, sonuç olarak, savcılar gibi yargıçlar gibi düşünmedikleri için, onlarınkine zıt duygular, düşünceler taşıdıkları için cezalandırılmaktadır.
1971’de, 12 Mart Rejimi’nde, Diyarbakır’da, benimle ilgili bir ceza davası vardı. Diyarbakır-Siirt İlleri Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Mahkemesi’nde görülen bu dava, üniversitede anlatılan derslerle, sınavlarda sorulan sorularla, yazılarla, kitaplarla ilgiliydi. Öğrencilerin, derslerde tuttuklan notları içeren defterler, sınav kağıtları, gazetelerde yayımlanan yazılar, kitaplar vs. suç delili olarak değerlendiriliyordu. Bu defterler ve sınav kağıtları bazı öğrencilerden elde edilmişlerdi.
Askeri savcı, bunlarla ilgili olarak ifademi aldı. BU defterleri göstererek, bunları benim anlatıp anlatmadığımı sordu. ‘Ben anlattım’ dedim. Sınav kağıtlarını göstererek bu soruları benim sorup sormadığımı sordu. ‘Ben sordum’ dedim. Gazete yazılarını vs. göstererek bunları benim yazıp yazmadığımı sordu. ‘Ben yazdım’ dedim.
Bu ifadelerden iki hafta sonra, 22 Temmuz 1971 tarihli iddianame de tebliğ edildi. İddianamede, bütün bu ders anlatımlarıyla, sınavlarda sorulan sorularla, gazetelerdeki yazılarla, Komünizm propagandası ve Kürdçülük propagandası yaptığım iddia ediliyordu.
Bu iddianameden bir hafta kadar sonra da, 30 Temmuz 1971 de, Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi’nde ilk duruşma gerçekleşti. İddianame okunmasından sonra, mahkemede ifadem alındı. Bu sırada da, sorular üzerine askeri savcılıkta söylediklerimi tekrarladım.
Bundan sonra, askeri savcı söz aldı. Aynen şunları söyledi. “Sanık bütün suçlarını itiraf etti. ‘Bunlar sen mi anlattın?’ diyoruz, ‘ben anlattım’ diyor. Bu soruları sen mi sordu diyoruz?’ ‘Ben sordum’ diyor. ‘Bu yazılar sana mı ait?’ diyoruz, ‘bana ait’ diyor… Sanık bütün suçlarını bu şekilde itiraf ediyor. Artık, tahkikatın genişletilmesine, avukatları savunmasına, tanıkların dinlenmesine yeni savunmalar alınmasına, Esas Hakkında Mütalala’ya vs. gerek yoktur. Hemen bu celsede mahkumiyet kararının verilmesini mütalaa ediyorum…”
Askeri savcının dediği gibi olmadı. Duruşmalar bir yıldan fazla sürdü. Benim yazdığım ve bana gelen mektupların örnekleri gündeme geldi. Zaten , ‘ben yazdım’ ‘ben konuştum’ vs. dediğiniz konularda 70’e yakın tanık ifadeleri gündeme geldi. Tanıklar, daha doğrusu muhbir tanıklar, bu yazıları bu konuşmaları vs. vatana ihanet, vatan satıcılığı gibi kavramlarla ajitasyon yaparak açıklıyorlardı. Biri rektör üçü dekan olmak üzere, altı öğretim üyesi huzurda dinlendi. Profesörler de ‘yazdı’, ‘konuştu’ vs. demekle yetinmiyor, bunları, vatana ihanet, vatanı satma, ajite kavramlarla konuşuyorlardı. ‘Kürtler, Kürdçe toplumsal olgularıdır, toplumsal olguları olduğu gibi saptama, bilimsel önermeler için kaçınılmaz bir görevdir.’ ‘Bunlar bilimin önermeleridir’ vs. denildiği zaman, ‘devlet, vatan söz konusu olduğunda bilim-milim olmaz, adalet madalet olmaz’ gibi ajite cümleler kuruyorlardı…Kanımca bu hüküm, askeri savcının dediği gibi, ilk celsede de verilebilirdi. Duruşmalar, bir yılı aşkın bir süre neden uzatıldı? Sonuçta, siz resmi ideolojin çok büyük bir hassasiyetle üzerinde durduğu bir konuyu bilimin kavramalarıyla eleştiriyorsunuz. Resmi görüşün kabullerini benimsemediğinizi belirtiyorsunuz. Nasıl savunmalar yaparsanız yapın, avukatlar, nasıl savunma yaparsa yapsın, sonuç değişmeyecektir,bunun sonu cezalandırmaktır. Savcılar, yargıçlar, bu görev için o makamlara getirilmişlerdir. Savcılar, yargıçlar, devlet gibi, resmi ideolojinin istediği gibi düşündükleri için bu düşüncelere uygun tavır ve davranışlar sergiledikleri için bu görevi kabul etmişlerdir. Sonuçta, ifade edilmesinin suç olduğu vurgulanan konularda, siz, savcılar gibi, yargıçlar gibi düşünmediğiniz için cezalandırılmış oluyorsunuz.
Duruşmanın sonunu, cezadan kurtaracak tek yol sizin geri adım atmanızdır. Şöyle diyebilirsiniz. ‘Ben böyle demek istememiştim, dediklerin yanlış anlaşıldı. Ben aslında Atatürkçüyüm… vs. ‘
Ama böyle bir tutum içinde olursanız, bilim anlayışınızdan temel bir geri dönüş olur. Bilim yöntemi aleyhine çok büyük bir taviz vermiş olursunuz. Belirleyici olan bu tutumunuzdur. Bir daha, geriye dönüp bilim yöntemi anlayışına göre bir tutum takınmanız, tavır-davranış sergilemeniz artık mümkün olmaz…
Burada, bilim insanlarının çok önemli bir özelliğini belirtmem gerekiyor. Acı dolu yalnızlıklar yaşamak bilim insanlarının çok önemli bir özelliğidir. Bunu 1990’larda, 2000’lerde daha iyi kavradım…
Yargıçlar, Yüz Kızartıcı Bir Suç İşlemiş Olsalar Bile…
Bu konu ile ilgili olarak bir olayı daha irdelemek gereğini duyuyorum 1979’da, İstanbul’da Toptaşı Cezaevi’ndeydim. Birkaç kitap ile ilgili olarak verilen cezaların infazı söz konusuydu. Kasım 1979’da basına bir soygun haberi düştü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nin personelinin, , bir aylık maaşını götüren araba yolda soyulmuştu. O zaman, 14 milyon liradan söz ediliyordu. Çok kısa bir zaman sonra, bu soygunun, devrimci gruplardan birinin gerçekleştirdiği anlaşıldı…
12 Eylül Rejiminde, 1980’de, Gölcük’te, Seymen Tutukevi’deydim. Donanma ve Sıkıyönetim Komutanlığı, Askeri Mahkemesi’nde benimle ilgili bir dava görülüyordu. Sakarya Cezaevi’nde kaldığım sırada, İsviçre Yazarlar Birliği’ne bir mektup göndermiştim. Mektupta, Kürdçe’nin Türkiye’de yasak olduğu, yazarların bu dil yasaklarına karşı sessiz kalmaması gerektiği vurgulanıyordu. Cezaevindeki bir güvenlik araması sırasında, defterlere, yazılara, kitaplara el konulmuş, bu mektubun bir kopyası, bu şekilde ele geçirilmiş. O zaman yürürlükte olan TCK md. 140’dan dava açılmış… Devleti dış ülkelerde küçük düşürmek için propaganda yapmak…
Yukarıda sözünü ettiğim soygunu gerçekleştiren arkadaşların bir kısmı yakalanmış. Onlar da Donanma ve Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi’nde yargılanıyor. O zaman bu komutanlık alanında üç tutukevi vardı. Seymen, Güllübahçe, Konca… Bu arkadaşlar, sanıyorum, Güllübahçe Tutukevi’ne konulmuşlar. Sıkıyönetim Mahkemesi, Güllübahçe alanındaydı…
Rüşvet Olayı
Beni yargılayan mahkeme bu arkadaşların dosyasına da bakıyor. Sıkıyönetim mahkemelerinin o zamanki kuruluşunu hatırlayalım. Mahkeme başkanı var. Yabay.(Hava yarbayı) Duruşma hakimi, sivil bir yargıç. Üçüncü üye askeri yargıç. Deniz Yargıç yüzbaşı. Bu mahkemede o zaman iki deniz yargıç yüzbaşı vardı. Duruşmalara, bu yargıçlardan biri üçüncü üye olarak her zaman katılırdı. Karar duruşmasına ise, öbür deniz yargıç yüzbaşı katılmıştı…
Bu yüzbaşı yargıçlardan ikisi, bu arkadaşların aileleriyle ilişki kurup rüşvet pazarlığı yapmışlar. Soygunda ele geçen külliyetli miktarda para olduğu zaten dosyada kayıtlı… Zaman zaman, petrol istasyonlarında, kafelerde, motellerde vs. buluşup pazarlıkları sürdürmüşler. Belirli bir rüşvet karşılığı cezalarda indirim yapacaklar, veya beraat sağlayacaklar…
Rüşvet konusunda anlaşma da yapılmış. Aileler anlaşılan miktarda rüşveti teslim etmek için saptanan yere gitmeden önce, verilecek paraların numaralarını da almışlar. Ve emniyete haber vermişler… Rüşvet verildiği anda bu yargıç yüzbaşılar suçüstü yakalanmış. 1982 Kasım ayının ilk günlerinde böyle bir operasyon gerçekloeşmiş.1982 Aralık ayında yapılan yargılamalar sonunda bu yargıçlardan biri 8 yıl 2 ay, öbürü 6 yıl 9 ay cezaya çarptırılmışlar…
Benimle ilgili olarak, Donanma ve Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Komutanlığı Askeri Mahkemesi’nde görülen dava 1981 Eylül ayı sonlarında başladı. 23 Mart 1982 günü mahkumiyetle sonuçlandı…
24 Mayıs 1982 tarihli bir dilekçe ile Askeri Yargıtay’a başvuru yapıldı. Askeri Yargıtay 1982 Ağustos ayında, hükmü onayladı, temyiz taleplerinin reddetti. Ama, bu onaylama kararı bana bildirilmemişti.
Yukarıda, sözünü etmeye çalıştığım rüşvet olayı patladığında benimle ilgili hukuki durum buydu. Rüşvet olayı ile ilgili yargılamaların yapıldığı, hükmün verildiği günlerde Çanakkale E Tipi Cezaevi’ndeydim. Buradan Askeri Yargıtay’a yeniden başvurum. Tashih-i karar (kararın düzeltilmesi) dilekçesi yazdım. Bu dilekçede kısaca şöyle deniyordu. : Yargıladıkları sanıkların ailelerinden rüşvet alarak hüküm verirken onları gözetecek yargıçlar, yüz kızartıcı suç işlemişlerdir.
Yüz kızartıcı suç işlemiş yargıçların verdiği hüküm iptal edilmelidir Yargılama yeniden yapılmalıdır…
17 Ocak 1983 tarihli bu başvuruya çok kısa bir zaman sonra cevap geldi. Cevapta kısaca şöyle deniyordu. Sanık daha önce, temyiz başvurusu yapmıştır. Ve temyiz talepleri yerinde bulunmayarak başvurusu reddedilmiştir. Sanığın, ikinci defa temyiz başvurusu yaptığı görülmektedir. Bu bakımda, sanığın bu dilekçesinin değerlendirilmesi uygun görülmemiştir, başvuru reddedilmiştir.
Askeri Yargıtay, ikinci bir temyiz başvurusundan söz etmektedir. Halbuki bu temyiz başvurusu değildir. Kararın düzeltilmesi istemidir. Hükmün onaylanmasından sonra yeni bir durum ortaya çıkmıştır. Yargıçların sanıklardan rüşvet aldıklarının ortaya çıkması yeni bir durumdur. Askeri Yargıtay ise bu rüşvet olayını hiç gündeme getirmemekte, tartışmamaktadır. Bu şu anlama gelmektedir. Kürd sorunuyla ilgili olarak verilen mahkumiyet hükmü… Bu hükümde imzası olan yargıçlardan birkaçı yüz kızartıcı suç işlemiş olsalar bile geçerli sayılmaktadır…
Resmi İdeolojiyi Eleştirmek
Geçmişe baktığımız zaman, barış, adalet, hukukun üstünlüğü, bilim, özgür eleştiri, eşitlik, özgürlük gibi evrensel değerlerin yaşanmasına resmi ideoloji kurumunun çok büyük bir engel koyduğu görülmektedir. Bu kurum hala çok etkin ve yaygın bir şekilde ortadadır. 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden, 16 Nisan 2017 Anayasa Referandumundan, 24 Haziran 2018 Genel Seçimlerinden sonra resmi ideoloji çok daha güçlü bir şekilde ortadadır.
Gelecekteki demokratik toplumda, resmi ideoloji diye bir kurum elbette olmamalıdır. Geleceğin tasarlanmasında, resmi ideoloji kurumunun elbette bir yeri yoktur. Bu bakımdan bilimin ve siyasetin kavramlarıyla resmi ideolojiyi eleştirmek, bu eleştiriyi devamlı kılmak kaçınılmaz olmaktadır.
Türkiye’de adalet aramak, bu yönden resmi ideolojiyi eleştirmek, gün geçtikçe riskli bir hale gelmektedir. Aynı zamanda gittikçe zorlaşmaktadır. Cumartesi Anneleri’ne karşı gösterilen tutum dikkat çekici bir süreçtir. Hrant Dink Cinayeti’nde adaleti aramak gittikçe daha da zorlaşmaktadır. Delillerin devlet tarafından karartıldığı bir süre. Yaşanmaktadır. Bunlara rağmen, resmi ideolojiyi eleştirmek, adaleti arama mücadelesini sürdürmek elbette kararlı bir şekilde sürecektir…