Türkiye’de ekonomik çöküş nasıl başladı?

.

İktisatçı Esra Nur Uğurlu "Özellikle 2019 ve 2020’de döviz rezervleri TL’nin düşüşünü önlemek amacıyla hızlı bir şekilde tüketildi. Ekonomi yönetiminin rekabetçi kur politikası gibi bir amacı olsaydı rezervler bu şekilde eritilmezdi" diyor.

Bir yanda her geçen gün değersizleşen Türk Lirası, bir yanda yüksek döviz kurları, bir yanda yüksek ama ona rağmen hala gerçeği yansıtmayan enflasyon ve yüksek işsizlik.

Tüm bu tanımlamaların gösterdiği tek bir şey var: Ağır ekonomik kriz.

Özellikle Eylül’de Merkez Bankası’nın faiz indirimiyle başlayan süreçte TL bugüne kadar yüzde 55’ten fazla değer kaybetti. Recep Tayyip Erdoğan ve AKP hükümeti Tansu Çiller'den sonraki en büyük devalüasyona imza attı. İnsanların alım gücü düştü, geçinmeleri zorlaştı. Temel yaşam ürünlerine bile erişmeleri imkansız hale geldi.

Muhalefet partileri ve halk erken seçim isterken iktidardaki AKP’yle ortağı MHP bugüne kadar hep erken seçimin karşısında durdu. İktidarın her söylemi krizin ateşini daha da körükledi.

Krizin nereye kadar gideceği, nerede duracağı bilinmiyor. Bilinen tek şey bu günlere nasıl gelindiği, yürütülen politikaların ne sonuçlar doğurduğu.

Massachusetts Amherst Üniversitesi’nde (University of Massachusetts Amherst) iktisat doktorası yapan Esra Nur Uğurlu’dan dinliyoruz.

Neoliberal politikalar ve AKP

Yurtdışında yaşayan bir akademisyen olarak Türkiye ekonomisinin geldiği noktayı başkalarına nasıl anlatıyorsunuz?

Hatırlarsanız birkaç ay önce sosyal medya üzerinden Türkiye’de iktisadi politikaların neoliberal olarak mı yoksa ahbap çavuş ilişkileri üzerinden mi tanımlanabileceğine dair hararetli tartışmalar yaşanmıştı. Bana göre AKP’nin 2001 krizi sonrası IMF güdümlü Güçlü Ekonomi’ye Geçiş Programını tavizsiz uygulaması, özelleştirmelere hız vermesi ve göreve geldikten kısa bir süre sonra emek piyasasını esnekleştiren reformları devreye sokması AKP hükümetlerinin uzun bir süre boyunca neoliberal politikaları benimsediğini göstermeye yetiyor.

Son yıllarda dünyanın çeşitli ülkelerinde neoliberal politikaların yol açtığı ekonomik durgunluk ve gelir dağılımındaki bozulmaların büyük protestolara yol açtığına (Fransa’daki sarı yelekliler hareketi gibi), merkez partilerin aldığı oyları düşürdüğüne ve aşırı sağ partilerin yükselmesine neden olduğuna şahit oluyoruz.

Neoliberal politikalar birçok ülkede büyük siyasi değişimlere yol açarken AKP’nin 2002’den bu yana iktidarda kalmayı başardığını görüyoruz. Yurtdışında Türkiye’ye karşı merakı olan kişilerden genellikle Erdoğan’ın nasıl olup da bu kadar uzun bir süre güçte kalmayı başarabildiğine dair sorular alıyorum.  Bu soru her ne kadar sadece iktisadi politikalar bağlamında cevap verilemeyecek çok boyutlu bir soru olsa da şu anki çalışma alanım olan hanehalkını borçlandırma ve kur politikalarının bu tabloda önemli bir etkisi olduğunu düşünüyorum.

"AKP borçlandırarak tüketimi canlandırmaya çalıştı"

Türkiye ekonomisinin geldiği noktayı anlatabilmek için 2000’li yılların başına gitmek gerekiyor. Türkiye’nin 2001 krizi sonrasında uygulamaya başladığı Güçlü Ekonomi’ye Geçiş programı 2002’de göreve gelen ve bu programı tavizsiz destekleyen AKP hükümetlerinin ekonomiyi canlandırma seçeneklerini kısıtladı. Bu program enflasyonun ve kamu maliyesinin kontrol altına alınması amacıyla devlet harcamalarını sınırlandırdı. Diğer bir taraftan bu program yatırımların teşvik edilmesi konusunda hiçbir reçete sunmadı.

Zamanında programın detaylı bir eleştirisini yayınlayan Bağımsız Sosyal Bilimciler grubunun belirttiği gibi yatırım kelimesi bu programda sadece finansal yatırım bağlamında toplam iki kere kullanılmıştı. Gayrisafi hasılanın tüketim harcamaları, yatırım harcamaları, kamu harcamaları ve net ihracatın toplamından oluştuğunu hatırlarsak Güçlü Ekonomi’ye Geçiş Programı’nın ekonomiyi canlandıracak iki temel kalemi etkinsiz bıraktığını söyleyebiliriz.

Her ne kadar tartışıldığı ilk yıllarda programın ihracatı arttırma amacı güttüğü çeşitli kesimlerce dile getirilmiş olsa da program ihracatı canlandırma noktasında da bir yol haritası çizmedi. Hatta 2002-2013 yılları arasında Türkiye’de cari açığın 1990’lı yılların ortalamasının çok üzerine çıktığını görüyoruz. Milli gelirin yatırım, devlet harcaması ve ihracat kanallarıyla arttırmanın yollarının kapandığı bir ortamda AKP hükümetleri hanehalkını borçlandırarak tüketimi canlandırma yoluna başvurdu.

Hanehalkına verilen kredilerin milli gelire oranı 2002’de yüzde 3 civarında iken bu sayı 2014’te yüzde 20’ye ulaştı. Kredi kartı kullanımının yaygınlaşması ve konut kredisi piyasasının geliştirilmesi hanehalklarının harcama kapasitesini (suni bir şekilde) genişletti ve ev sahipliği oranlarını arttırdı. Bu durum bir yandan AKP’ye olan siyasi desteği güçlendirirken diğer bir yandan tüketici kredileri iç talebin canlandırılmasında işlevsel bir rol oynadı.

AKP’nin neoliberal politikalar izlemesine rağmen popülerliğini koruyabilmesini destekleyen diğer bir iktisadi etken 2002-2013 yılları arasında yurtdışından gelen sıcak para girişlerine bağlı olarak TL’nin dolar ve Euro gibi temel para birimleri karşısında değer kazanması oldu. Dolar-TL paritesinin 2002-2013 yılları arasında ortalaması 1,51 idi. TL’nin değerlenmesi enflasyonun düşmesine katkı sağlayarak tüketicinin hem yurt içinde hem de yurt dışında alım gücünü arttırdı. Enflasyon oranı 1990’lardaki yüzde 77’lik ortalamasından 2004’te tekli hanelere indi. 2004-2016 yılları boyunca yüzde 8 civarında dalgalandı.

"Büyüme yurtdışından gelen sermayeye bağımlı"

Türkiye makroekonomisine dair bakabileceğimiz birçok temel grafikte 2013-15 yıllarına gelindiğinde bir kırılma yaşandığını görüyoruz. Bu durumun temel sebeplerinden birisi Türkiye’nin 2002-13 yılları arasında uyguladığı büyüme modelinin büyük ölçüde yurtdışından gelen sermaye girişlerine bağımlı olması.

Sermaye girişleri TL’nin değerlenmesini sağlayarak enflasyonun düşürülmesinde önemli bir rol oynadı. Merkez Bankası gelişmiş ülkelerde faiz oranlarının uzun bir süre çok düşük seviyelerde olması sayesinde kademli olarak politika faizini düşürebilecek politika alanını buldu. Fakat bir yandan faizleri düşürürken bir yandan TL’nin değerini korumayı sağlayan küresel konjonktür ABD’nin 2008-09 Finansal Krizi sonrası devreye koyduğu varlık alımı programını sonlandırmasıyla birlikte 2013-15 döneminde son buldu. Küresel konjonktürün değişmesiyle birlikte Türkiye’de politika yapıcıların aynı anda politika faizlerini aşağı çekip TL’yi değerli tutabildiği politika alanı git gide daralmaya başladı.

Verilere baktığımızda 2013 itibariyle dolar ve Euro’nun TL karşısında değer kazandığını, reel kurun düşüşe geçtiğini, hanehalkı borçlanmasının gayrisafi hasılaya oranında düşüş trendinin başladığını, büyüme oranının genel trendinin aşağı yönlü olduğunu ve enflasyon oranının (2016 itibariyle) artışta olduğunu görüyoruz.

Yani küresel konjonktürün değişmesiyle birlikte Türkiye ekonomisinin performansında bir kırılma yaşandığı görülüyor. Bu kırılmayla birlikte AKP popülaritesini korumasında etkisi olan değerli TL ve düşük enflasyon ortamı da ortadan kalkmış durumda.

Kısacası Türkiye ekonomisinin geldiği noktayı anlatırken bugün yaşanan sorunların temelinin AKP’nin başarılı olarak görüldüğü dönemlerde atıldığını ve uluslararası arenada yaşanan gelişmelerin yurtiçindeki ekonomik ve siyasi gelişmeler üzerinde önemli bir etkisinin olduğunu vurgulamak gerekiyor.

"Bilinçli bir tercihiymiş gibi gösteriliyor"

Türk Lirası son birkaç ayda diğer dönemlerden daha hızlı bir değer kaybı içerisinde. Siz TL’nin değer kaybını neye bağlıyorsunuz? Gelişmekte olan diğer ülke merkez bankalarının faiz artırdığını ama Türkiye’nin tersi bir şekilde faiz düşürdüğünü görüyoruz. Bu faiz indirimlerini bir nevi TL’yi değersizleştirme politikası (veya rekabetçi kur politikası) olarak değerlendirebilir miyiz?

Bu soruya cevap vermeden önce rekabetçi kur politikasını tanımlamak faydalı olabilir. Rekabetçi kur politikaları kabaca yerli paranın yabancı para birimleri karşısında değerini düşürerek imalat sanayisine uluslararası piyasalarda rekabet avantajı sağlamayı ve bu sayede ihracatın ve ekonomik büyümenin canlandırmayı amaçlar.

İktisadi yazında yıllardır tartışılan bu konu geçtiğimiz yıl eski Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın TL-dolar paritesinin tarihinin en yüksek seviyesine ulaşmasının ardından “Biz de zaten kurumuz rekabetçi olsun istiyorduk” açıklamasıyla birlikte hayatımıza girmiş oldu.

Soruya dönecek olursak ben faiz indirimlerinin ve TL’nin son yıllarda yaşadığı değer kaybının bilinçli bir rekabetçi kur politikasının bir ürünü olduğunu düşünmüyorum. Bana göre Albayrak’ın rekabetçi kur açıklamaları TL’nin önüne geçilemeyen değer kaybını bir nevi kılıfa sokmak ve bilinçli bir politika tercihiymiş gibi göstermek için verilen nafile bir çaba idi.

Fed'in rolü

Peki TL’nin değer kaybı rekabetçi kur politikasının bir sonucu değilse neden kaynaklanıyor?

Bu soruya cevap verebilmek için 2001 krizi sonrasına ve AKP hükümetinin göreve geldiği 2002’ye gitmek gerekiyor. 2001 krizinden çıkılmasıyla başlayan ve yaklaşık 2015’e kadar devam eden dönemde Türkiye dahil olmak üzere birçok gelişmekte olan ülkeye ciddi boyutlarda sermaye girişi gerçekleşti. 2008-09 Küresel Kriziyle birlikte finansal akımlarda duygunluk ve yer yer geri çekilme görülse de ABD Merkez Bankası Fed’in devreye soktuğu varlık alım programı sayesinde sermaye girişleri 2013-15 yıllarına kadar devam etti.

Türkiye’de Merkez Bankası sermaye girişlerinin yoğun olduğu dönemlerde pasif bir tutum sergileyerek TL’nin değerlenmesine izin verdi. TL’nin değer kaybetme eğilimi gösterdiği dönemlerde ise döviz piyasasına müdahale ederek değer kaybının önüne geçmeye çalıştı. Yani her ne kadar resmiyette dalgalı bir kur rejimi izlenmiş gibi gözükse de Merkez Bankası fiilen ‘örtülü asimetrik sabit kur sistemi’ diye nitelendirilen bir sistemi benimseyip TL’nin değerlenmesini enflasyonu kontrol altına alınmasında oynadığı rol nedeniyle destekledi.

Bahsettiğim bu dönemde uluslararası piyasalarda likiditenin bol olması Merkez Bankası’nın bir yandan politika faizlerini kademeli olarak indirirken bir yandan da TL’nin değerini koruyabilmesini mümkün kıldı.  

Bir önceki soruda da belirttiğim gibi aynı anda faizlerin düşük ve TL’nin değerli olmasını destekleyen uluslararası konjonktür 2013’te Fed’in (ABD Merkez Bankası) varlık alım programını sonlandıracağını açıklamasıyla birlikte ortadan kalkmaya başladı.

Fed bu programı 2014’te sonlandırdı ve 2015’te faiz artırımına gitti. Sermaye akımlarının gelişmekte olan ülkelerden çekilip ABD’ye yönelmesiyle birlikte TL’nin hem nominal hem reel değerinde değer kaybı yaşanmaya başladı.

"Amaç rekabetçi kur politikası değildi"

2018’e geldiğimizde seçimler öncesi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın faiz sebep enflasyon neticedir tezini daha sık dillendirmesi ve Rahip Brunson üzerinden yaşanan politik krizle tetiklenen finansal çıkışlar TL’deki değer kaybını daha da hızlandırdı.

Her ne kadar Albayrak “rekabetçi kur” açıklamasına sarılsa da gerek Merkez Bankası’nın gerçekleştirdiği gerekse kamu bankaları üzerinden gerçekleştirilen döviz satım ihaleleri aracılığıyla ekonomi yönetimi TL’deki değer kaybının önüne geçmeye çalıştı.

Hepimizin bildiği gibi özellikle 2019 ve 2020’de döviz rezervlerimiz TL’nin düşüşünü önlemek amacıyla hızlı bir şekilde tüketildi. Ekonomi yönetiminin rekabetçi kur politikası gibi bir amacı olsaydı rezervler bu şekilde eritilmezdi diye düşünüyorum.

Bu nedenle TL’deki düşüşün bilinçli bir rekabetçi kur politikasının sonucundan ziyade ‘düşük faiz-değerli TL’ hedeflerine aynı anda ulaşmayı bir süreliğine sağlamış olan küresel konjonktürün sona ermesinin bir sonucu olarak görmek daha doğru olur diye düşünüyorum.

Bu iki hedefe aynı anda ulaşamayınca ekonomi yönetimi bir tercih yapmak durumunda kaldı. Kredi genişlemesi ve inşaat sektörüne dayalı bir büyüme modelinin benimsenmesinden dolayı tercihin faiz indiriminden yana kullanıldığını düşünüyorum.

Hikmet Adal / Bianet

Kurdistan Haberleri

Üçüncü Dünya Savaşı - Arzu Yılmaz*
Eğer Danielle Mitterrand bugün burada olsaydı
Myles Caggins: Kürdistan petrolünün yeniden ihracatı için birçok adım atıldı
Dersim ve Ovacık belediyelerine kayyum atandı
Mesud Barzani: Her türlü barış girişimine destek veriyoruz