Dün Türk-Kürt diye bir ayrışma kaygısı taşıyorduk. Bugün Türk’ün de Kürt’ün de 'Evet’çi, 'Hayır’cı olması söz konusu. Bir miktar az, bir miktar çok ama netice itibariyle bu iki tercihin içerisinde 80 milyonun tüm renkleri var. Bu çok kıymetli bir şey. Siyaset bunu dikkate almalıdır. 16 Nisan’dan sonra bu ortaya çıkan tabloyu, ulusun harcını yeniden karmak için kıymetli bir malzeme olarak görmelidir.
- Egemen millet tanımı deyince akla doğal olarak Kürt sorunu geliyor. HDP’nin demokratik özerklik talebi vardı. Aslında bu yerinden yönetim talebi Türk sağının çok yabancısı değil. Hatta ‘âdemi merkeziyet’ görüşünün ilk güçlü savunucusu da sağ akımlara kaynaklık eden Hürriyet ve İtilaf Fırkası idi. Kürt meselesi konusunda siz, yerinden yönetime ağırlık vermenin bir çıkış kapısı olacağını düşünmez misiniz? Bu bir çözüm olamaz mı sizce?
Türkiye’nin içinde bulunduğu toplumsal psikoloji yerinden yönetimlerle ilgili atacağınız her adımı erkenden boğar. Çünkü bunların tamamı, dünden bugüne getirmiş olduğumuz sürecin oluşturduğu bariyerlerle dolu. Özerklik, federasyon ve benzeri tanımlamalar ayrıştırmayı işaret eder. Bu olgunun ete kemiğe büründüğü bir dönemde sizin yapıcı, yararlı görebildiğiniz çıkış noktalarınız bile yanlış yaftalanır. Şüphesiz ki Türkiye’nin idari yapılanmasının ortaya çıkardığı bürokrasinin zaman zaman tıkandığı alanlar söz konusudur. Yine de bunu uzun vadede bir bölünmenin alt yapısını oluşturacak ölçüde, sadece bir etnik kökenin talebi olarak önümüzde tuttuğumuz müddetçe, Türkiye bu konuda iyi niyetle bile adım atacak durumdan uzaklaşır. Ben zaman zaman sağlık nedeniyle Avrupa’ya gittiğimde, doktorlarda gördüğüm şöyle bir uygulama var. Siz rahatsızlık hikâyenizi anlatıyorsunuz doktora. Doktor sizin hikâyenizi kâğıda da döküyor. Bir saat sonra aynı doktorla tekrar karşılaşıyorsunuz, doktor size diyor ki ‘hikâyenizi anlatın.’ Siz de sinirleniyorsunuz ‘Ya mübarek, bir saat önce anlattım, önünde de yazıyor. Tekrar niye soruyorsun?’ Doktor diyor ki, ‘Biz teşhiste başat öğe olarak hastayı görürüz. Hasta acısını, ağrısını tarif eder. Bir önceki hikâyenizi anlattığınızda belki vücut diliniz, belki kullandığınız sözcüklerden gerekeni çıkaramamış olabiliriz. Ağrınızı yeniden tarif edin.’ Bizde ise doktora gittiğinizde doktor bir taraftan bizi dinler, bir taraftan da ‘Ultrasona git, MR’a git’ der. Şüphesiz sağlık teknolojisinin ulaştığı bu modern teşhis cihazları çok önemlidir ama başat eğer ağrıyı, acıyı çekenin kendisi ise önce onu defalarca dinlemek lazım. Türkiye’de yapamadığımız şey Kürt vatandaşımıza hiç ağrısını soramadık. Alevi vatandaşa hiç ağrısını soramadık. Cami cemaatine hiç ağrısını, eksiğini, acısını soramadık. Esnafa soramadık, hiç kimseye soramadık. Peki, kime sorduk? Tıpkı bizim doktorların ultrason, tomografi, MR dediği gibi, gittik PKK’ya sorduk, gittik esnaf odası başkanına sorduk, Alevi dedesine sorduk, caminin hocasına, şeyh efendiye sorduk. Bence Türkiye, 80 milyonun ağrısını, acısını nerede ne hissettiğini bire bir fertlere soracak yeni bir yol denemeli ve soruyu bizzat ağrısının olduğunu söyleyene sormalı. Mesela Kürt’e sorsak; desek ki ‘Senin önceliğin, Kürtçe’nin resmi dil olması mıdır, değil midir?’ Ben seçim bölgemde, oradaki insanlarda gördüğüm onun birincil talebi Kürtçe’nin resmi dil olması değildir.
- Ya oysa?
Oysa onun üzerine de kafa yoracağız ama onun adına hareket ettiğini söyleyenlerin, onun öyle olduğunu iddia etmeleri, onu maskelemesi halinde bizde bu şüphe devam edecektir. Acaba onun birinci ağrısı bu muydu? En azından bu teşhisi yapabilmemiz için onunla konuşmamız lazım. Ana dili yüreğin kapısıdır. Tedavüldeki dil, resmi dil yaşamın kapısıdır. Siz yüreğin kapısını kapatırsanız insan ölür. Yüreğin kapısını açık tutalım, yaşamın kapısını kapatalım derseniz yine ölür.
- İkisini açalım o zaman?
İkisini açmak şöyle bir şey çıkarıyor. Yaygın olan dil, tedavülde olan dil doğal olarak baskın dildir. Yani Diyarbakır’da karpuzu üretiyorsa, Ankara’da karpuz satacaksa karpuz diye bağırmak zorundadır. Ekonominin kaideleri, tüketimin kalıpları bunu zorunlu kılıyor. Ben o kamyonun üstüne çıkıp kasasında ne var diye fuzuli bir zahmetin içine girmem. O bana karpuzu satacak. Şüphesiz Kürtçe’nin okulda tercihli dil olarak okutulması için bu imkânı verebileceğimiz, alt yapıyı oluşturmalıyız, o ayrı bir şey. Bakın bir şey söyleyeyim: Neredeyse Türkçe yerel bir dil alanına itiliyor. Yeryüzünün ortak dili haline gelmiş İngilizce var. İnsanlar çocuklarına İngilizce öğretmek için bin bir türlü sıkıntıya giriyorlar. Çünkü sınırlarımızın dışında ki yaşamın kapısı o.
- Aslında birden çok dil çocuklara öğretilebilir. Bu Kürtler için de formül olabilir. Eğitim yoluyla Türkçe’yi ve Kürtçe’yi vermek, Türkçe bilmeyen insanlara da sizin dediğiniz manada yaşamın kapısını açabilir. Aynı zamanda kendi dilleriyle de eğitim yapmış olurlar.
Şüphesiz.
- O zaman şu manzara çıkıyor. Kürt meselesi konusunda bazı bariyerler aşılmış durumda.
Evet.
- Çözüm dediğimiz şey Kürtlerle olan sorunun çözümüne giden yolda toplumsal destek çok rahat bulunabilir.
Kesinlikle. Aradan komisyoncuları çıkarırsak, bu işin simsarlığına soyunmuş olanları çıkarırsak… Bakın, feodalite en fazla dinden ve etnisiteden beslenir. Feodalite ırmağında iki kol vardır. Etnisite ve din. O bölgenin insanın, uzun bir süredir o feodal yapının dayatmış olduğu acılarla karşı karşıya olduğunu biliyoruz. Bir gün bir grup çıktı geldi dedi ki ‘Şu ağa senin toprağındaki mahsulü alıyor, evindeki kız çocuğunu sana rağmen alıyor, seni maraba yerine koyuyor. Bu gücü de masasında oturan başçavuştan alıyor. Şimdi senin bu ağadan kurtulman için, bu şeyhten kurtulman için başçavuşla hesaplaşman lazım.’ Hikâye böyle başladı. ‘O başçavuşla hesaplaşacağım’ diye yola çıkan insanlar sonunda gaddar, acımasız bir ağaya teslim oldular. Yani şeyh devre dışı kaldı, toprak ağası devre dışı kaldı ama bu sefer bir örgüt ağasının tutsağı haline geldiler. O insanlara yazık. O insanları feodal baskıdan kurtarmanın yolu onları daha acımasız daha katı bir ağanın eline teslim etmek gibi bir süreç olmamalıydı. Devlet yaşatmak için var. Devlet refah için var. Şimdi devlet, ağanın elinden kurtulmak için çırpınan vatandaşımızı bir başka ağanın eline teslim edecek süreci çalıştıramaz.
- Sağ siyaset Kürt gerçeğini bu söylediğiniz minvalde kavramakta güçlük çekmedi mi?
Bu normal, çünkü oluşturulan psikolojik iklim teşhiste sıkıntı çıkardı. Biz bir hastalık, bir arıza var, buna bakalım dediğimizde karşımıza, terör örgütü ve emperyalist işbirlikçileri çıktı. Onun hastalığını bana soracaksınız diye racon kesmeye çalışınca, doğal olarak 100 yıl evvel Şark Dosyası diye önümüze gelen ve hatıralarımıza kayıt düşen kaygı ve acılarımız canlandı. Bu duyguların bizi kuşatması doğaldı ama şimdi daha berrak, daha özgüvenle bakmalıyız. Türk milliyetçilerinin demokrasi ile barışık, demokrasiyi ete kemiğe büründürecekleri bir iklime doğru evrildiği bir sürece giriyoruz. Bu bir şanstır. Eğer MHP seçmeninin ağırlıklı olarak ‘hayır’cı olduğunu sahada izliyorsak, bu bize bir şeyi gösteriyor. Milliyetçiler; Han’a, Hakan'a itiraz etti… Demokrasinin cümle kapısı itirazdır. Bu çok kıymetli bir gelişmedir. Türk milliyetçileri evrensel değerler, özgürlüklerin alanının genişletilmesi ve demokrasinin kurumsallaşması misyonunu üstlenmek zorundadır. Türkiye’nin içine düşürüldüğü bataktan çıkması içi bu hayatidir. Bakın bir şey söyleyeyim; Kürt siyasetçilerinin önüne bir fırsat çıktı. Demokrasiyi ete kemiğe büründürme, özgürlüklerin alanını genişletmek… Kürt siyasetçiler, şu ya da bu sebepten ötürü bunu ıskaladı. Bölücülüğü hatırlatan söylemle ıskaladı, terör örgütüyle ilintisinden dolayı ıskaladı… Sonra 2002’den sonra İslamcı olduğunu iddia edenler iktidara geldiler ve bu fırsat onların önündeydi. 2002’den bu tarihe kadar geçen sürece baktığımızda İslamcıların da bunu ıskaladığını gördük. 16 Nisan’da otoriterleşmeyi kâğıda dökmek istiyorlar. Demek ki İslamcılar da bunu ıskaladı veya niyetleri yoktu. Şimdi Türk milliyetçilerinin önünde tarihi bir görev var. Evin içinde barışı, huzuru sağlamak için, özgürlükleri demokrasiyi fikri mutfaklarının öznesi yapmaları gerekir.
Söyleşinın tamamı