Faik Bulut
Cumhurbaşkanlığı seçiminin 14 Mayıs-28 Mayıs tarihleri arasında gerçekleştiği süreçte onlarca Arap yorumcu ve medya mensubuyla karşılaştım. İstanbul’un farklı semtlerindeki uydu-yayın stüdyolarında yüzlerce kişi çalışıyor. Iraklı, Ürdünlü, Suriyeli, Filistinli, Lübnanlı, Mısırlı, Suudi Arabistanlı, Katarlı, Birleşik Arap Emirlikleri ve Cezayirliler yayın faaliyetinde bulunuyorlar. Başta Arap ülkeleri olmak üzere yurt dışındaki televizyon kanallarına (ABD, Rusya, Almanya, İngiltere, İran, Fransa gibi) uydu yoluyla hizmet sunuyorlar.
AKP iktidarının himayesine girerek vatandaşlık veya ikamet almış olan Müslüman Kardeşler hareketi mensuplarının da kendilerine ait yayın stüdyoları var. Türkiye’nin askeri denetimindeki bölgelerde konuşlanan Suriye Milli Ordusu’na bağlı yahut bu örgüte yakın kimseler tarafından kurulmuş bir iki TV stüdyosu da faaliyet halinde.
Bahsi geçen bu stüdyolara uzman, akademisyen, muhalif siyasetçi, iş adamı, aktivist, yorumcu, haberci, gazeteci ve mülteci sıfatıyla gelip gidenlerin çokluğu hayli dikkat çekiyor.
Türkiye’deki seçim sonuçlarıyla yakından ilgilenen Arap ülkelerinin önde gelen televizyon kanallarının bir kısmı (ki Arapça yayın yapan Rusya, Azerbaycan ve bazı Amerikan kanalları dâhil) özel canlı yayın yapmak suretiyle sandıklardan çıkan oyları anında haber olarak sunuyorlardı. Bir yandan da konuk aldıkları (Türkiyeli ve Arap ağırlıklı yabancı kişiler) aracılığıyla sürecin gidişatını analiz etmeye çalışıyorlardı.
İzlediğim TV sunucularının çoğu, henüz oy tasnifi yapılmamışken sanki Erdoğan kazanmış veya kazanacakmış gibi seviniyor; bu minvalde sorular soruyor, bazen muhalif görüşte olan konuk yorumcuların konuşmalarını sorularla kesip, onun meramını yeterince anlatmasına ve açıklamasına engel oluyorlardı. Kimi zaman da Erdoğan’dan yana görünen veya açıkça desteğini verenlere daha fazla söz vererek muhalif konuşmacının önünü kesiyorlardı.
Türkiye’de pek aşina olduğumuz yandaş medya ve bilhassa AKP yayın organı gibi çalışan TRT kadar olmasalar da ince yöntemlerle tarafsızlıklarını kaybediyorlardı. Nitekim vakit ilerledikçe, izlediğim kanalların büyük bir bölümü artık tarafsızlığı bir kenara atıp açıkça müjdeli ve mutlu haberler vermeye başlamışlardı. Bunun kutlu bir olay olduğu yolundaki soruları yorumcuların teyit etmeleri için kullanıyorlardı.
28 Mayıs gecesi R. Tayyip Erdoğan’ın kazandığının anlaşılmasıyla birlikte Arap ülkelerinde, İstanbul cadde ve sokaklarında gerçekleşen gösterileri aratmayan görüntüleri bahsettiğim TV ekranlarından izledim. Mültecilerin yoğun olduğu Gaziantep, Urfa, Maraş gibi şehirlerdeki kalabalık gösterilere de sığınmacılarla mültecilerin kitlesel bir katılımı oldu. Sosyal medya ortamında paylaşılan bir videoda yaşlıca bir Suriyeli sığınmacı, Türk bayrağı ve Arapça şarkılar eşliğinde raks ediyordu. Niçin diye soranlara ise “Erdoğan” ve “İslam” yanıtını veriyordu.
Arap ülkelerinin başkentlerinde de benzer gösteri ve kutlamalar gerçekleştirildi. Arap çoğunluğun yaşadığı Doğu Kudüs’te şenlik yapıldı ve tatlı/şeker dağıtıldı. Körfez ülkelerindeki gençler, Türk ve kendi ülke bayraklarıyla konvoylar halinde meydanlarla caddelerde dolaştılar. İstanbul’da gece yarısı 02.00’de metrobüse binen Afrikalı siyahi göstericilerin ellerinde de Türk ve AKP bayrakları vardı.
Bu tür şenlik ve şamataların bir kısmına sokakta rastladım, bir kısmını da Türkiye’deki kanallarda izledim: Araplar ve hatta Afrika kökenliler, AKP taraftarı kalabalıklarla birlikte sokaklarda Türk bayrakları eşliğinde slogan atarak dolaşıyorlardı. Telefonda birbirlerine “müjdeli” haber vermekle yetinmeyip, “Bugün çok mutluyum, hayatımın en güzel günü” gibi söylemlerle tanıdıklarıyla sevinç çığlıkları eşliğinde sohbet ediyorlardı.
Türkiye destekli Milli Suriye Ordusu (MSO) cihatçıları, birkaç yıl önce Türk ordusunun operasyonlar yoluyla aldığı Afrin, Serêkaniyê, Cısri Şuğur gibi bölgelerde “seçim zaferini” silahlarla kutladılar. Saatlerce havaya kurşun sıktılar. Bu kurşun yağmuru neticesinde birkaç erkek, kadınla genç ve çocuk hayatını kaybetti, yaralananlar oldu.
İdlib ve çevresinde askeri-siyasi bir hâkimiyet alanı kurmuş olan silahlı cihatçılar koalisyonu Heyet-ul Tehrir’il Şam (HTŞ) yönetimi de Erdoğan’ın kazanması münasebetiyle kutlama düzenledi, tebrik mesajları yayınladı. HTŞ’nin siyasi kolu sayılan Selamet Hükümeti (Salvation Government) adına yayınlanan açıklamada şöyle deniliyordu: “Bu zaferin Türkiye ve Suriye halklarına daha fazla huzur getirmesini ve (Suriye’deki) devrimimize daha çok destek vermesini temenni ediyoruz. İlaveten ezilen halklara arka çıkan Türkiye’nin rolünün artıp büyümesini diliyoruz.”
Bir ülkede başkanlık ve başbakanlık makamını kazanan politik şahsiyete teveccüh gösterip tebrik etmek uluslararası diplomatik teamüldendir. Ancak Arap liderlerin büyük kısmı, bu teamül ve örfün sınırlarını zorlayacak derecede abartılı kutlama mesajları ilettiler. Irak Başbakanı Muhammed Şiya El Sudani de bunlardandı. Meğer Bağdat-Türkiye (muhtemelen İstanbul) arasında bir demiryolu projesi hayata geçirilecekmiş. Tarihi Hicaz demiryolunun Türkiye ile birlikte yeniden inşa edilmesi planı da Körfez’deki Arap ülkelerinin sıcak tebriklerinin sebeplerinden biriymiş. Körfez Arap ülkelerinin başta İstanbul olmak üzere Türkiye’nin önemli liman, sanayi, ticari, mali ve tarım merkezlerindeki eski ve yeni yatırımları diğer nedenler arasındaymış…
Katar Emiri Şeyh Temim bin Hamad El Sani’nin, tebrik sırasında “Türkiye’deki güvenlik ve istikrara vurgu yapması” bu ülkedeki çok boyutlu yatırımların büyüklüğüyle açıklanabilir. Cezayir’in de Mersin-Adana hattındaki yatırımlarını biliyoruz. Sanırım bu nedenle Cezayir devlet televizyonu kalabalık bir ekiple İstanbul Boğazı’nda birkaç gün sürecek özel ve canlı seçim yayını yapmak için gelmişti.
Mısır Devlet Başkanı Abdulfettah Sisi ise seçim sonrasında Erdoğan ile kutlama sohbeti esnasında “İki ülke arasında diplomatik ilişkilerin seviyesinin yükseltilmesine karar verildiğini” duyurdu. Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın da özel sohbetlerinde “Muhalefetin kazanacağına inanmadığı ve dolayısıyla gelecekte Erdoğan ile iş tutacağı” söylenmektedir. Bu konuyu başka bir yazımızda ele alacağız.
Arap dünyasının amiral gemisi sayılan Suudi Arabistan gazetesi Şarkul Avsat yazarı Yusuf Deyni’nin Türkiye’deki seçime ilişkin 30 Mayıs 2023 tarihli yorumu hayli dikkat çekici. Deyni şöyle diyor:
“…Günümüzde seçim mücadelelerinin çoğu, sahada verilmiyor. Nitekim dijital seçim propagandasının alanı hayli genişledi. Gayri resmi medya kontrolünün yanı sıra özellikle demokratik rekabetin bir seçmen tercihi değil de hak-batıl meselesi olarak pazarlanmasında etkili yabancı arkadaşların yardımına başvurulmasından şikâyet etmek de mümkün değil. Bu da bizi yeniden halkın kimlik ve göçmenler üzerine çekişmelere değil, vaatlere dayalı bile olsa ekonomi dosyası ve kurumların iyileştirilmesi gibi seçim programları arasında bir tercihte bulunması beklenen ‘sandık demokrasisi’ şeklindeki demokrasi biçimine ilişkin gerçek bir krize götürüyor.
Demek oluyor ki her bir siyasi tecrübe, kendi bağlamında okunmalı. Ya da siyasi literatürde seçmen davranışı ikilemi olarak bilinen şey ve bunun kimlik ile bölgesel, din ve ideolojik aidiyetler arasındaki eğilimleri ve bu ikisinin siyasi bağlılığa etkisini okumak gerek. Zira siyasi bağlılık söz konusu olduğunda seçmen tabanını korumak, gelecek için değil de kişi için duyulan korkudan öte bir şey gerektirmiyor. Bu noktada ikinci bir paradoks da şu: Adalet ve Kalkınma Partisi, sendeleyen ekonomi ve yıkıcı depremin etkilerinin ardından ekonomi ve gelecek sorunundan bir kurtarıcı olarak ortaya çıktı…”
Aynı gazetenin 30 Mayıs tarihli nüshasında yayınlanan Semir Atallah’ın “Zelzele Onun Müttefiki Oldu” başlıklı övgü dolu yazısındaki tespitleri de bir hayli önemli:
“Hani bir söz vardır: ‘Sultan kendine karşı zafer kazandı.’ Bu Sultan, kendisini imparatorluk illetine tutulmak ile suçlayan Avrupa’nın ortasında demokrasi oyununu kazandı. İlk elde yerli rakibini (K. Kılıçdaroğlu’nu) sandık yoluyla yendi. İkinci adımda da atalarının yaptığı gibi özgürlükler hususunda endişe ve korkuları olan Avrupalılara karşı başarı elde etti…
Bu başarıda son depremin büyük bir rolü ve faydası oldu… Zira bu münasebetle Sultan, içeride ve dışarıda yeni uzlaşma, barışma, normalleşme ve ittifak girişimlerinde bulundu. Kahire ile Mekke’deki dostlarını hatırladı, Suriye ile temasa geçti. Devrim Heveslileri’nin (muhtemelen Türkiye’de yaşayan farklı ülkelerden gelmiş Müslüman Kardeşler hareketi mensupları-FB.) İstanbul’daki bürolarını kapattı, faaliyetlerini kısıtladı…”
Londra merkezli ve Suriye-İran ekseninde yayın politikası izleyen Ray El Yom gazetesi yazarı Filistinli Dr. İbrahim İbraş’ın şu tespiti de oldukça dikkat çekiyor: “Bazı Arap ülkelerine müdahalelerini bir yana bırakırsak, onun bölge ülkelerine örnek teşkil edecek bir siyasi görüngüsünden (political phenomenon) bahsetmek gerekir: İslam, demokrasi ve laiklik dengesi iyi kurulmuş.”
İsrail medyası olup biteni, “Seçim sonrasında İsrail-Türkiye ilişkilerinin gelişeceğini; problemli ülkelerle sıfır sorun temelinde uzlaşma yoluna gidileceğini ancak yurt içinde ve dışındaki devasa ekonomik problemlerle başa çıkmanın hayli zor olduğunu” haber-yorum şeklinde verdiler. Mesela sol eğilimli Haaretz gazetesine demeç veren Doğubilimci Dr. Zvi Barel, “Erdoğan bol keseden vaatlerde bulundu. Bakalım ona oy verenlerin beklentileri karşılanacak mı? O, Atatürk’ten daha büyük bir lider olmaya çalışacaktır…” demekteydi.
Dr. Chaii Har-Zivi, İsrail Maariv gazetesindeki 30 Mayıs tarihli yorumunda Erdoğan’ı, “Sünniliğin gülümseyen yüzü” olarak tasvir ettikten sonra, “Erdoğan’ın kısa dönemde içeride ve dışarıdaki siyasi tutumunu değiştirmeyeceği ancak İsrail ile güvenlik dâhil diğer alanlarda sıkı bir işbirliği içinde olacağı” öngörüsünde bulundu.
Mısırlı gazeteci Emine Hayri, El Mısri El Yom gazetesinde, Reuters ajansının tanımından hareketle şöyle bir değerlendirme yaptı: “Erdoğan, bölgede ve uluslararası alanda büyük rol oynayan Türkiye’nin en güçlü lideri sayılır… Bölgemizde siyasi fırtınalar yaratan İslamcı akımların tek ortak noktası, Erdoğan’ı örnek alarak tecrübesinden ders almalarıdır. Ancak bu sefer Erdoğan’ın söz konusu akımlara ideolojik yaklaşımında taktiksel bir değişim yaşanacaktır.”
Birleşik Arap Emirlikleri’nden (BAE) akademisyen Abdullah Halik Abdullah ise Arap dünyasındaki Erdoğan yanlısı büyük akıma karşı duran bir tutum sergiliyordu. Ona göre; “Evet, Erdoğan kazandı. Ancak seçmenlerin yüzde 47’sinin kendisini istemediği ve dolayısıyla oy vermediği gibi bir gerçek de var.” BAE yönetimine yakınlığıyla bilinen Abdullah’ın paylaşımı, sosyal medyada yaygın tartışma ve tepkilere yol açtı.
İktidara yakın El Zaman gazetesi Iraklı kadın yazar Suad Naci El Azzawi, iki önemli nokta üzerinde durmaktaydı: “Bir: Dicle-Fırat sularının projelendirilip (Türkiye-Suriye-Irak) dağıtımı eski bir sömürgeci politikasıydı. Erdoğan’ın yeni iktidarı döneminde bu projenin yeniden gözden geçirilerek daha adil bir su dağıtımı yapılması temenni edilir. İki: Türkiye, NATO’nun zayıf ülkesidir. Erdoğan’ın kazanması, beklenenin tersine, Türkiye’nin Arap ülkelerine yönelik politikalarını olumlu değiştirmez. Bu demektir ki Türkiye, batılı ülkelerin arzusu doğrultusunda Arap Dünyası ile mevcut ilişkilerini feda edebilir. Çünkü aynı batılılar, Türkiye’nin Güneydoğu bölgesindeki Kürtleri desteklemekteler. Zira Irak ve Suriye’deki Kürtlere de benzer desteği sunmaktalar…”
Katar destekli El Quds El Arabi, 30 Mayıs tarihli övgü dolu başyazısında, “Erdoğan’ın kazanması, Türkiyeli taraftarları ile hasımları arasında beğeni topladı. Benzer şekilde Ortadoğu ile Batı ve Doğu ülkelerinde hayranlığa yol açtı” yolunda bir tespitte bulunuyordu. Aynı gazetede Muhammed Aiş, Erdoğan’ı desteklemeyen bazı Arap yetkililerini eleştirerek onların üç nedenden ötürü bu tutumu aldıklarını yazdı: “Baş neden, Arap yetkililerin Türkiye’deki demokrasi kültürünün kendi ülkelerine sirayet edeceğinden duydukları korkudur. İkinci neden, kimi Arap yöneticilerin Erdoğan’a yönelik nefret duygusundan kaynaklanmaktadır. Zira Erdoğan, politik İslam’ın başarılı bir örneğini/modelini gerçekleştirmiştir. Üçüncü neden ise Erdoğan’ın Arap Baharı’nı açıkça desteklemesiydi ki, bu kalkışma ilgili despot düzenin sahiplerince ‘karşı devrim’ olarak nitelendirilmişti.”
Ürdün’deki bir makale “Nihayet Erdoğan Kazandı”, diğeri ise “Türkiye, İcraatlarıyla Övünmeyi Hak Etmiştir” başlığını taşıyordu.
Kuveyt gazetesi El Vatan’da yayınlanan 29 Mayıs tarihli ve Nevra Aleyan imzalı yazıda “Türk Halkı, Sultan Erdoğan’ı Tutuyor” denilirken, “Erdoğan Devrinde Türkiye” başlıklı 29 Mayıs tarihli ve Dr. Adil Fahd El Mişal imzalı yazıda, “Analar Erdoğan gibi birini doğurmamış” ibaresi dikkat çekmekteydi.
Bütün bunları niçin aktardım?
Seçimin ikinci turundan itibaren, Millet İttifakı bileşenleri ve bilhassa Kemal Kılıçdaroğlu’nun, Sinan Oğan ile Ümit Özdağ’ı yanına çekebilmek uğruna onların genelde tüm yabancı göçmenleri özelde Suriyeli sığınmacıları hedef alan Turancı ve ırkçı sözlerini teyit eder tarzdaki seçim konuşmalarının ters teptiğini hayat gösterdi.
İnsani açıdan böylesine itici, dışlayıcı, ötekileştirici bir dil kullanmak sadece Türkiye vatandaşlığı alanları değil, henüz yurttaş olamamış Suriyelileri de adeta teyakkuza geçirdi. Bunu istismar eden iktidar yanlıları ise oylarla oynamaya yöneldi veya hile-i şeriye babından yeri yurdu belli olmayan çok sayıda seçmeni başka şehirlerde ikamet ediyormuşçasına seçmen unvanıyla seferber ettiler.
Sığınmacıları hedef alan Turancı-ırkçı söylemler, Kürtleri de söylem düzeyinde hedef tahtasına koymayı başardı. Bu da Kürt seçmenin bir kısmını küstürdü. Nitekim Doğu ve Güneydoğu’daki tespite göre 139 bine yakın seçmenin sandığa gitmediği ortaya çıktı. İstanbul’daki Kürt oylarının yaklaşık yüzde 3.3’ü de sandığa yansımadı.
Öte yandan Sol ittifak ile Emek ve Özgürlük İttifakı gibi partiler dışında diğerleri genel anlamda (mesela Millet İttifakı), sığınmacı sorununu yanlış-eksik temelde ele aldılar. Sığınmacılar konusu her şeyden önce Türkiye’deki emek-sermaye (ucuz işgücü ve sömürü gibi) meselesiyle yakından ilişkilidir. İlaveten para karşılığı vatandaşlık alan Arap ülkelerindeki varlıklı kesimlerle de ilgilidir. Bilhassa Körfez sermayesinin Türkiye’deki mali-ticari-turizm yatırımlarının yaygınlığı da buna dâhildir.
Bu arada ülkedeki Arap varlığı sadece sermaye ile de sınırlı değildir. Çok sayıda ideolojik (Siyasal İslamcı) akımın temsilcileri bu ülkede yaşamaktadır. ABD, Avrupa, İngiltere ve Malezya gibi ülkelerde üst düzeyde eğitim görüp Türkiye’deki üniversitelerde görevlendirilen pek çok akademisyen mevcuttur. Medya kuruluşlarının yanı sıra fikir üreten araştırma merkezleri (Think Tanks) kurulmaktadır. Kısacası sermayesi, kitlesi, emekçisi, aydını, politikası olan bir Arap lobisinden bahsetmek gerekir.
Muhalefetin anılan meseleleri yerinde inceleyip buna göre yeni politikalar üretmesi elzemdir. Arap düşmanlığı ve dışlayıcı milliyetçilik temelinde siyaset yapılması kesinlikle yanlıştır. Tersine, söz konusu kesimleri anlamaya, temas kurup ikna etmeye, onları taraflarına çekmeye ve sorunlarını çözmeye yönelik kapsamlı bir politika şarttır.
Meslektaşım L. Doğan Tılıç’ın 30 Mayıs tarihli Birgün gazetesinde yayınlanan değerlendirmesinden bir alıntıyla bu yazıyı bitirmek istiyorum:
“Tamam, hepsi doğru! Doğru da, bunlar seçimden sonra ortaya çıkmadı ki. Bunları bile bile, hatta bu noktaya gelen yolun taşlarını döşeye döşeye bu noktaya gelinmedi mi?
Anayasaya, yasaya, teamüllere aykırı… ‘ama şimdi itiraz etmeyelim, aleyhimize olur’ denilerek onay verilenlerle gelindi bugünlere.
Daha ilk yasadışılıkta, ilk anayasa ihlalinde, ilk dokunulmazlık kaldırıldığında, ilk kayyum atandığında, ilk vatandaşlık satıldığında, üçüncü kez aday olmaya yeltenildiğinde ‘Hayır’ denilerek güçlü kitlesel direnişler gösterilseydi, otoriterlik böyle kurumlaşamazdı!
Şimdi ileri sürülen tüm olumsuzluklar baştan da biliniyordu ve bunlar bilinerek girilen seçim kaybedildi… Bundan sonrası zor olacak. Daha zor. Ancak, bunu böyle söylemek ‘eyvah’ demeyi değil yere daha sağlam basmayı gerektiriyor!”
Kaynak: Gazete Karınca