Can CEMGİL
Geçtiğimiz ay sonunda, 28 Haziran’da Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan bir kez daha, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad ile görüşme arzusunda olduğunu gösterdi. İlişkiler bozulmadan önceki döneme atıfla, Suriye’yle ilişkileri aynı noktaya taşıma isteğini ifade etti. Erdoğan’ın bu açıklamasından günler sonra CHP sözcüsü Deniz Yücel, CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in Temmuz ayı içinde Beşar Esad’la görüşeceğini duyurdu.
Basına yansıyan haberlere göre, Özel’in gündeminde ilk sırada mülteci meselesi olmakla birlikte, Türkiye’nin Suriye’deki askeri varlığı, silahlı örgütlerle ilişkisinin de Suriye tarafının öncelikli meseleleri olması bekleniyor. Keza, geçtiğimiz yıl Temmuz ayında Erdoğan’ın Esad’la görüşmeye açık olduğuna ilişkin açıklamalarına, Esad önkoşul olarak Türkiye’nin Suriye’den çekilmesini koymuştu. Buna karşılık Erdoğan’dan Suriye açılımı girişimleri gelmeye devam ediyor. Peki, Erdoğan’ın bir süredir Suriye’ye karşı tutumundaki bu belirgin kaymayı nasıl açıklamak gerek? Bu yazıda kısaca bu soruya cevap vermeye çalışacağım.
Bu cevabın sadece bir dış politika tartışması olarak verilemeyeceğinden hareketle daha kapsamlı bir çerçevede, Erdoğan yönetiminin siyasetinde zaman zaman u-dönüşleri, tutarsızlıklar, başarısızlıklar olarak tanımlanan bu yön değiştirmeleri Erdoğan yönetiminin kendine has iktidarını yeniden üretme mantığı çerçevesinde açıklamaya çalışacağım.
Yazı boyunca Erdoğan yönetiminin iç ve dış siyasetinin ve hatta küresel kapitalizmle ilişkilenme biçiminin merkezinde Kürt meselesiyle olan imtihanının yattığı iddiası çerçevesinde bu açıklamayı sunmaya çalışacağım. Böyle geniş kapsamlı bir resmi çizmek içinse aslında epeyce geriye gitmek ve Erdoğan yönetimini bugüne getiren koşullar ve politikaların izini sürmek gerekiyor. Ama bu yazının kapsamı buna elverişli olmadığı için, Erdoğan yönetiminin bugünkü halini almasının hikayesini 2010’lu yılların başından alarak Kürt meselesinin nasıl 2015 sonrası dönemde Erdoğan’ın ve onun AKP’sinin iktidarını yeniden üretme stratejisinin ana belirleyeni olageldiğini göstermeye çalışacağım.
2011-2013 DÖNEMİ VE SONRASINDA YAŞANAN GELİŞMELER
Her ne kadar 2011-2013 arası dönemde Erdoğan ve AKP’si gücünün zirvesine ulaşmış olsa da, bir dizi gelişme ve bu gelişmelere verdikleri karşılıklarla belirlenen bir savrulma döneminin de başlangıcına işaret ediyor aynı dönem. 2011’den itibaren Erdoğan’ın Fetullah Gülen’le kurduğu koalisyonun çatırdama emareleri ortaya çıkmış, 2013 sonunda 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonları ve Temmuz 2016’da darbe girişimiyle sonuçlanan süreç başlamıştı.
Yine 2013 yılında Gezi Parkı eylemleri Erdoğan’ın liderliğini ciddi ölçüde sarsmış ve Mısır’da meydana gelen darbeyle birlikte risk algısını ciddi ölçüde şekillendirmişti. Mayıs 2013’te Amerika Birleşik Devletleri Merkez Bankası FED’in parasal sıkılaşmaya başlamasıyla, Erdoğan iktidarının temel dayanaklarından biri olan ucuz ve bol finans musluklarından akan kaynak da azalıyordu.
ABD’de Obama yönetiminin Ortadoğu’da yeni askeri maceralara girmekte görece isteksiz olduğu bu dönemde Erdoğan yönetimi yaygınlıkla Arap Baharı olarak adlandırılan sosyal hareketlerin özellikle Mısır ve Suriye’de yönünü belirlemeye çalışırken zaman içinde Ortadoğu politikasında giderek yalnızlaştı. Suriye’de bir rejim değişikliği siyaseti benimseyen Erdoğan rejim muhalifi silahlı örgütleri de Türkiye’nin desteğiyle tek çatı altında toplamaya çalıştı.
Haziran 2015’e gelindiğindeyse, Erdoğan ve AKP’si ilk kez meclis çoğunluğunu almayı başaramadı. Aynı dönemde bir süredir devam etmekte olan “çözüm süreci” de çökmeye başlamıştı. HDP’nin Erdoğan’ın başkanlığına destek olmamasının yanı sıra, Suriye’de PYD’nin, Türkiye’nin desteklediği silahlı İslamcı örgütlere katılmayı reddetmesiyle birlikte “çözüm süreci” tamamen rafa kalktı ve Türkiye’nin hem iç hem dış politikasının ana belirleyeni bir kez daha Kürt meselesi haline geldi.
SURİYE’DEKİ ASKERİ OPERASYONLAR ABD İLE İLİŞKİLERİ ETKİLEDİ
Türkiye içinde iktidarını yeniden üretmek için başka bir imkanı göremeyen Erdoğan aşırı milliyetçi bir koalisyonun yüzü haline geldi ve hem iç siyasette hem de dış siyasette bu koalisyonun ana motivasyon ve hedefi Kürtlerin herhangi bir statü edinmesini engellemek şeklinde zuhur etti. İçeride kayyımlar, yargılamalar, tutuklamalar ve diğer araçlarla Kürtlerin siyasi temsil hakkı yerel ve ulusal ölçekte fillen ortadan kaldırılırken, 2016’dan itibaren Suriye’de bir dizi operasyon’la Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi’nin kontrolünü engellemeye çabaladı.
ABD’yi darbe girişimiyle ve Suriye’nin kuzeyinde PYD’nin kazanımıyla ilişkilendiren Erdoğan yönetimi, Obama yönetiminden sonra Trump yönetiminden de Suriye konusunda istediği desteği bulamamasıyla birlikte önce Fırat’ın batısında, sonra da doğusunda sınır boyunca Suriye topraklarındaki kontrolünü genişletti. Elbette bunu yaparken bir yandan Rusya ve İran’la görece yakınlaşmaya, diğer yandan ABD ile ipleri tamamen atmamaya özen gösterdi.
ABD’nin Ortadoğu’da daha aktif bir rol oynama konusundaki isteksizliği ve Rusya’nın Türkiye’nin ABD’yle ilişkilerinin bozulmasından faydalanma arzusu, Erdoğan yönetiminin önünde daha geniş bir manevra alanı açılmasına sebep oldu. Diğer taraftan, hem ABD hem de Rusya, Türkiye’nin operasyonlarının sınır hattı boyunca 30 km derinliğindeki bir Suriye toprağını tamamen kontrol altına alacak şekilde genişlemesine yeşil ışık yakmadı.
EKONOMİ POLİTİKASI VE MİLLİYETÇİ KOALİSYON
Özetle, Erdoğan yönetiminde sadece Ortadoğu politikasında değil, genel olarak dış politikası, iç siyaseti ve ekonomi politikasının genel yönünde de Kürt meselesi belirleyici rol oynadı. Çözüm sürecinin başarısızlığa uğramasıyla birlikte 2015’te meclis çoğunluğunun kaybedilmesi, o günden bu yana seçmen desteğinin kaybının sürekli bir risk olarak değerlendirilmesine sebep oldu.
Devlet kadrolarında Gülencilerin desteğinin kaybedilmesiyle birlikte bu durum milliyetçilerle ittifakı Erdoğan yönetiminin gözünde kaçınılmaz hale getirdi. Bu ittifakın işleyiş mantığı nedeniyle de Kürtlerin içeride veya dışarıda bir siyasi statü edinmesini engellemek ana hedef oldu. Ucuz kredi erişiminin Erdoğan ve AKP’sinin uzun yıllardır seçmen desteğini sağlamaktaki işlevini dikkate aldığımızda, bazı istisnai dönemlerle birlikte 2013’ten itibaren kuruması, o işlevin milliyetçi retorik ve pratikle doldurulmasına neden oldu.
Erdoğan yönetiminin ABD ve Batı’ya belli ölçülerde sırtını dönmesinin Batı finansıyla olan bağları zayıflatması ve kendi sermaye tabanını destekleyici ve toplumun büyük kısmını yoksullaştırıcı politikaları uygulamaya koymasını meşrulaştıran da yine bu bağımsızlıkçı, milliyetçi retorik ve pratik oldu. Aynı dönemde, ABD’nin görece geri çekilmesiyle birlikte Erdoğan yönetimi daha serbest hareket etme alanı buldu. Her ne kadar ABD’nin Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile ortaklığı devam ettiği müddetçe Türkiye’nin Suriye’de “kapsamlı operasyonlar” yapması çok muhtemel olmasa da Erdoğan yönetimi özellikle potansiyel bir Trump yönetiminde uygun fırsatları yaratmaya çalışabilir.
IRAK POLİTİKASI VE PKK İLE ÇATIŞMA
Irak Kürdistanı’ndaysa durum daha farklı. Türkiye bu bölgede uzun zamandır sistematik olarak askeri varlığını arttırıyor ve Kürdistan yönetiminin de desteğini veya en azından pasif desteğini almış görünüyor. Ayrıca SDG’nin aksine Irak Kürdistanı’nda hedefte olan örgüt, ABD ve diğer Batı ülkeleri tarafından terör örgütü olarak tanımlanmış PKK. Bu şekilde uluslararası meşruiyet bakımından da iki durum belli açılardan birbirinden ayrılıyor.
Dolayısıyla Türkiye’nin iktisadi, siyasi ve uluslararası politikasını Erdoğan yönetiminin Kürt meselesindeki tavrından bağımsız anlamak mümkün değil. Suriye politikasındaki dönüşü de, zaman zaman ana akım muhalefetin yaptığı gibi bir hatadan dönüş olarak değil, Kürt meselesindeki tavrı sürdürmenin diğer her türlü politika yapımında oynadığı belirleyici rolün tezahür etmesi olarak görmek gerek.
Erdoğan’ın Esad ile görüşmek istemesinin altında muhalefetin varsaydığı gibi mülteci meselesini çözmekten öte Kürtlerin siyasi statü elde etmesini engellemek yatıyor. Bu anlamda CHP’nin ve AKP’nin Esad’la görüşme motivasyonları birbirinden ayrılıyor. Her halükarda, Erdoğan’ın rejim değiştirme planı ortadan kalkmış görünüyor. Irak’ta ise Kürdistan Bölgesel Yönetimi, Erdoğan’ın çizdiği sınırlar içinde kaldığı müddetçe Türkiye’nin Irak ve Irak Kürdistanı’yla ilişkilerinde pek bir yön değişikliği olası görünmüyor.
Sonuç olarak, Erdoğan yönetiminin iktidarını yeniden üretebilmek için sarıldığı milliyetçi cephenin desteğini almaya ihtiyaç duyduğu müddetçe, Kürt meselesindeki tutumun iç siyasette ve dış siyasette belirleyici rol oynamaya devam edeceğini yakın gelecek için varsayabiliriz.
Can Cemgil kimdir?
İstanbul Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde öğretim üyesidir. Doktorasını İngiltere’de Sussex Üniversitesi’nden alan Cemgil’in çalışma alanları arasında, Uluslararası İlişkiler Teorisi, Sosyal Teori, Uluslararası Ekonomi Politik, Türkiye’nin Dış Politikası, Dünya Siyaseti ve Ortadoğu’nun Jeopolitiği bulunmaktadır. Son çalışmaları arasında Ömer Turan ile birlikte derlediği ve Metis Yayınları’ndan çıkan Kapitalizm ve Demokrasi: Bir Zıtlığın Anatomisi adlı kitap bulunmaktadır.
Kaynak: Artı Gerçek