Haber Merkezi - İdlib’de haftalarca süren yoğun çatışmalar geçtiğimiz hafta Türk ve Rus liderlerin Moskova’da gerçekleştirdiği zirvede alınan ateşkes kararı ile şimdilik durdu. Bazı ihlallere rağmen her iki ülke de garantörü oldukları bu ateşkesi sürdürmekte kararlı görünüyor.
Küresel Politika Merkezi’nde konuyla ilgili bir makale kaleme alan Suriye uzmanı Charles Lister, bu durumun Türkiye’nin pozisyonunu diplomatik olarak güçlendirme ve İdlib’deki istikrarın sürdürülmesine yardımcı olacağını belirtiyor. Lister, bölgedeki statükonun aynı şekilde devam etmesi durumunda düşmanlıkların yeniden ortaya çıkmasının kaçınılmaz olacağını ve maliyetlerin Suriye ile sınırlı kalmayacağını da ifade ediyor.
İdlib’in kaderinin Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve AK Parti için bir varoluşsal sebep olarak görüldüğünün altını çizen Lister, Suriye rejiminin İdlib’i ele geçirme ihtimalinin gelecek seçimde Erdoğan’ın yeniden seçilme umutlarını öldürebileceğini aktarıyor.
En önemli tehdidin Türkiye’ye geçme ihtimali olan mültecilerden kaynakladığını da ifade eden Lister, "Türk iç siyasetinin büyük mülteci topluluklarından kaynaklanan ekonomik sıkıntılara olan karşıtlığından dolayı bu rakamların önemli ölçüde şişme ihtimali Erdoğan’ın pozisyonunu zorlaştıracaktır" diyor.
Suriye rejiminin İdlib’de kazanacağı bir zaferin oluşturacağı ikinci tehdidin ise Türk Silahlı Kuvvetlerinin prestijine vuracağı darbe olacağını söyleyen Lister, bu durumda Türkiye’nin Suriye’nin kuzeydoğusundaki kontrolünü sürdüremeyebileceğinin altını çiziyor.
"Türkiye’nin, Suriye'nin kuzeyindeki sınır bölgelerinden çekilmek zorunda kalması, PYD’ye doğrudan ya da dolaylı olarak fayda sağlayacak ve bu tehdidi etkisiz hale getirmek için gösterilen üç buçuk yıllık askeri çaba buhar olacaktır" ifadelerini kullanan Lister, Suriye’nin kuzey sınırında yer alan ve İdlib’deki dinamikleri şekillendirmekte merkezi rol oynayan Türkiye’nin buradaki krizin yerelden çok daha fazlası olduğunu bildiğini de aktarıyor.
Eşi görülmemiş ölçekteki insani krizin, İdlib’deki gelişmelerin nasıl derin uluslararası sonuçlar doğurabileceğinin sadece bir yönünü yansıttığını da belirten Lister şunları yazıyor:
"Suriye hiçbir zaman yerel ya da bölgesel bir problem değildi, ve daha geniş bir çatışmanın küçük bir örneği de İdlib değildi. Ne yazık ki dünyanın geri kalanı bu gerçeği görmek istemedi.
Türkiye ve özellikle Erdoğan için oluşan riskler ve uluslararası toplumun farklılıkları göz önünde bulundurulduğunda, Türk ordusu dört yıldan az bir sürede Suriye’ye yönelik dördüncü operasyonunu başlattı."
Türkiye’nin 1 Mart’ta başlattığı Bahar Kalkanı Operasyonu ile Suriye’nin hava üslerini ve askeri tesislerini, tanklarını, ağır silahlarını ve cepheye gönderilen takviye güçleri hedef aldığını aktaran Lister, KORAL gibi sofistike Türk elektronik savaş sistemlerinin Pantsir-S1 ve Buk gibi üst düzey Rus yapımı hava savunma sistemlerinin sinyallerini karıştırmada büyük bir başarı gösterdiğini bu sistemlerden pek çoğunun vurulduğunu belirtiyor.
Lister’e göre operasyonlar sırasında Türkiye tarafından imha edilen Suriye ağır silahları şunlar:
- Üç savaş uçağı
- Üç drone
- Sekiz helikopter
- 135 tank
- 86 top ve çoklu roket fırlatma sistemleri
- 77 zırhlı araç
- Dokuz silah deposu
- Beş hava savunma sistemi
- 16 antitank güdümlü füze ve havan topu.
Dokuz yıllık savaşta ilk kez yabancı bir ülkenin Suriye rejimine bu kadar ağır bir kayıp verdirdiğini de belirten Lister, daha önemlisinin yüzlerce rejim askerinin öldürülmesi olduğunu belirtiyor.
Lister’e göre 1 Aralık’tan 5 Mart’a kadar en az bin 500 rejim askeri ölürken, bunun birkaç katı da yaralandı. Insan gücü bulmakta büyük bir sıkıntı çeken bir rejim için bu kayıpların çok ölümcül olduğunu da ifade eden Lister, rejimin cepheye polis ve ihtiyat birliklerini göndererek maruz kaldığı kayıpları karşılamaya çalıştığını aktarıyor.
Aynı derecede önemli bir cevabın da Tahran’dan geldiğini, İran’ın Mart ayı başında, o zamana kadar yapmak istemediği bir harekete girişerek Hizbullah, Fatımiyyun ve Zeynebiyyun gibi vekil milis güçlerini cepheye sürmeye başladığını da yazan Lister, bu nedenle daha önce Erdoğan’la görüşmek istemeyen Rus Lider Vladimir Putin’in görüşünü değiştererek 5 Mart’ta Türk liderle bir araya geldiğini de ifade ediyor.
Moskova Anlaşması’nda bazı sürpriz maddeler bulunduğunu da aktaran Lister şu görüşleri dile getiriyor:
"Ateşkes öngörülüyordu. Fakat güvenlik koridoru sürpriz oldu. Tüm M4 Türkiye destekli muhaliflerin elinde ve cephe hattı da M4’ün yirmi beş kilometre uzağında.
Türkiye’nin bir önceki hafta büyük ölçekli müdahalesi ve savaş alanındaki dramatic etkisi göz önüne alındığında Ankara’nın masada elinin güçlü olacağını tahmin ediyordu.
Yine de plan, zaman çizelgesi ve koridordaki operasyon şartlarının tamamı bir sır olarak kaldı.
Koridorun Türk-Rus gerilimi düşürme teorik uygulama alanı olarak kalması muhtemeldir."
10 Mart Türkiye Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun M4 karayolunun güneyinde muhaliflerin kontrolünde bulunan bölgelerin bundan böyle Rusya’nın kontrolü altında olacağını söyleyerek pek çok kimseyi şaşırttığını vurgulayan Lister, bunun da Türkiye’nin verdiği olağanüstü bir taviz olduğunu belirtiyor.
Türkiye’nin neden bu tür bir karar verdiğini anlamak için son manevralarına bakmak gerektiğini yazan Lister, Türkiye’nin son takviyelerinin M4 karayolu çevresinde oluşturulan pozisyonlara yapıldığına vurgu yapıyor.
Bunun İdlib için kötünün iyisi bir seçenek olacağına işaret eden Lister, bu şekilde İdlib’in Gazzeleşeceğini aktarıyor.
Gazze senaryosuna göre M4 karayolunun kuzeyinden Türkiye sınırına kadar olan 35 kilometrelik alan Türkiye destekli muhaliflerin kontrolünde kalacak. Gazze’de Hamas’ın oynadığı rolü ise İdlib’de Heyet Tahrir Şam (HTŞ) oynayacak. Türkiye’nin HTŞ’nin oynadığı rolü azaltmak için bazı düzenlemelere gideceğini de ifade eden Lister "Ancak gerçekte bu senaryo yenilenen düşmanlıklar göz önünde bulundurulduğunda pek iştah açıcı ve mevcut dinamikler içinde özellikle realist görünmüyor" diyor.
Ahval