İki yüzyılı aşan bir zaman diliminde Osmanlı ve Cumhuriyet yönetimleri ile Kürtler arasında değişik özelliklerde ve boyutlarda süregelen kesintisiz bir çatışma süreci yaşanmıştır ve ihtilaf hala çözülmüş değildir. Bu çatışmaların temelinde üç ana unsur yatmaktadır: Coğrafya, tarih ve demografi.
Kürt halkının kendi coğrafyasında kendi kaderini belirleme arzu ve çabaları ile buna müsaade etmeyen tek ulus esası üzerine inşa edilmiş Türk devlet anlayışının inkâra dayalı ısrarlı politikaları bu ihtilafın kronik hale gelmesini sağlamıştır.
İhtilafın özünde işgal edilmiş bir “coğrafya” vardır. Bu ihtilafın önemli birinci unsurudur.
Türkler Orta Asya bozkırlarında yaşadıkları coğrafyalarını terk edip batıya doğru yeni bir yurt aramak için yola koyulduklarında belki de yolculuklarının yüzlerce yıla yayılacağını düşünmemişlerdi. Hem mesafe hem de zaman olarak çok uzun süren bu yurt arama maceralarını, geçici coğrafyalarda zaman zaman devletler kurarak ve tanıştıkları uygarlıkların bir bölümünü beraberlerinde taşıyarak batıya doğru sürdürdüler. Yurt arayan bu göçebe toplum hem geçici yerleştikleri coğrafyalara hem de dışarıdan aldıkları değişik kültürlere sahiplenmek gibi inanılmaz bir hırsı yoğunlaştırdılar. Bu hırs ve haksız kazanç Türk siyasal ve sosyal yaşamının ana karakteri haline gelmiştir.
Yurt arama için yüzlerce yıl süren maceralı yolculukları son yüz yılda Anadolu olarak isimlendirdikleri coğrafyada bir ulus devlet kurarak, burada kalıcı olacaklarına inandıkları için yerleştikleri bu coğrafyanın kök tarihini de kendileri ile ilintileyerek arzuladıkları biçimde yazdılar ve tüm gelecek projelerini bu coğrafya üzerinde planladılar. Oysa ki bu coğrafyanın başka sahipleri de vardı ve bunlardan Kürtlerin, Kürdistan olarak isimlendirilen kendi coğrafyalarında geleceklerini planlamak istemeleri, Türk yönetimleri ile Kürtler arasındaki coğrafik ihtilafın temel nedeni oldu.
Coğrafyanın bir tanımı, yeryüzünün grafiğini çıkarmak ve onu rasyonelleştirmektir. Bilim bize rasyonel hale getirilen bu grafiğin farklı ve çok önemli niteliklere sahip olduğunu anlatmaktadır. Bu nitelikleri nedeniyle coğrafya, öncelikle fiziki ve beşerî (insanla ilişki kurulan) coğrafya olarak iki bölümde tanımlanmaktadır. Coğrafyanın daha da önemli olan bir de siyasi anlamı vardır. Siyasi coğrafya, nüfus, toprak ve devlet ilişkisini içeren bir harmonidir. Bu harmoninin ortaya çıkardığı jeopolitik kavramı ise yer (mekân), iktidar ve tarihsel konum arasındaki karmaşık ama önemli ilişkiyi içerir.
19. Yüzyıl sonunda ulus devletlerin ortaya çıkmasıyla birlikte siyasi coğrafya özel bir önem kazanmaya başladı. Ulus devletlerin kurulması ile mekân-ulus ilişkisinde iki önemli olgu gündeme oturdu. Birincisi, mekânın ulusa ait olması, ikincisi de ulusun mekâna ait olması olgularıdır. Bunun bir adım sonrası ise ulusal devlet yapılanmasında, devlet ile coğrafya ilişkisinde, egemenlik kavramı gündeme gelir. Egemenliği sadece üzerinde yaşanılan bir toprak parçasının sınırlarını belirlemek ve ona sahiplenme olarak görmek eksik bir belirleme olur. Ancak o sınırlar içinde kalan mekânın sosyal olarak da dönüştürülmüşse egemenlik kavramı anlam kazanır.
Türk milliyetçiliğinin ve Türk ulus devletinin sahiplendiği bugünkü coğrafya bin yıllık geçmişi ile başından beri sorunludur. Bu sorunun son yüzyıldaki nedenlerine bakıldığında bunlardan biri Osmanlı İmparatorluğunun çözülme sürecinde Türklerin “vatan” kavramını hatırladıkları ancak hangi coğrafya olacağını geç belirlemeleriyle/fark etmeleriyle ilgilidir. Bu sorunun devleti kurtarma çabaları sırasında şu veya bu coğrafya arasında fazla ayrım gözetilmemesinin de payının olduğunu düşünmek gerekir. Ayrıca devleti ve iktidarı kurma telâşı içinde olan Türkçü kadroların gözü dünyayı görmemesi ve kavramaması ile de ilgisi var. Yeni kurulan devletin önüne koyduğu mühim hedeflerden biri, bir vatan keşfetmekti.
Türkiye Cumhuriyeti ile Kürtler arasındaki ihtilaf tam da bu noktada düğümlenmektedir. Asırlarca yurt arayan, yurt ararken çeşitli nitelikte devletler kuran Türkler, en son sahip oldukları Osmanlı İmparatorluğu topraklarını yitirip Anadolu’ya sıkışınca, tek çare burada bir ulus devlet kurmaktı. Ancak bunun önünde hem coğrafik hem demografik hem de tarihsel engeller bulunuyordu.