Vahap Coşkun
Kavala Davası, Türkiye’de yargının mevcut konumunu gösteren sembol bir davaya dönüştü. Ne yazık ki Türkiye’de yargı, büyük bir oranda, yürütmeyi denetleyen bir organ olma vasfını yitirdi, yürütmenin yardımcı gücü rolüne büründü. Bugün mahkemelerden beklenen, her daim iktidarın arkasında durması ve iktidarın tercihlerini bir hukuki karar kalıbına sokup halka dayatmasıdır. Türkiye’de suç mevzuattan kopartıldı. Artık önemli olan bir kişinin gerçekte suçlu olup olmadığı değil, o kişinin suçlu olarak gösterilmesine iktidarın ihtiyaç duyup duymaması...
Osman Kavala, kamuoyunda “Gezi Davası” olarak bilinen davadan iki yıl önce beraat etti. İki yıllık sürede dava dosyasına yeni bir delil eklenmedi ve davanın esasına tesir edecek bir hadise de yaşanmadı. Fakat Kavala, tutuklu tek sanık olduğu aynı davadan bu kez ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırıldı. Altı tutuksuz sanığa da 18’er yıl hapis cezası verildi.
O halde sormak lazım: Neden, bir mahkeme böylesine bir uçtan diğer uca savrulur? Bir beraat kararından, bir ağırlaştırılmış müebbet cezası nasıl çıkartılır?
Cevap, basit aslında: Çünkü burada hukuki bir dava yoktur. Kavala Davası, başından itibaren siyasi bir davadır. Tek gayesi Kavala’yı cezalandırmaktır. Diğer sanıklar da, sırf Kavala’yı mahkûm etmek üzere uydurulmuş bu davaya dâhil edilmiş ve cezalandırılmışlardır. Karar, hukuki olgu ve normlara göre değil, tamamen siyasi saiklerle verilmiştir.
Kafkaesk bir öyküden daha karanlık ve boğucu bir hal alan bu davanın hukuki hiçbir dayanağının olmadığı daha önce Avrupa İnsan hakları Mahkemesi (AİHM) tarafından tespit edilmişti. AİHM’e göre, bu dava ile yalnızca Kavala’nın hakları ihlâl edilmiyor, aynı zamanda sivil toplumu bastırılması ve muhalif sesleri kesilmesi de hedefleniyordu.
AİHM bir yana, son karardaki muhalefet şerhi de davanın hukuksuzluğunu çok sarih bir dille ortaya koyuyordu. Muhalif üyenin şerhinde altını çizdiği iki nokta vardı: Biri, dava dosyasındaki bütün dinleme kayıtlarının kanuna ve hukuka aykırı olduğu; yasak delil mahiyetindeki bu dinlemelerin ve buna karşı ileri sürülen beyanların hükme esas teşkil edemeyeceğiydi.
Diğeri de, dinlemeler hukuki olarak kabul edilse bile, dinleme kayıtlarını destekleyen somut kanıtların bulunmadığı ve tek başına dinleme kayıtlarının sanıkların üzerine atılı suçlardan mahkûm edilmeleri için yeterli olmadığıydı. Davanın hukuki bir dayanağının bulunmadığını ve yukarıdan aşağıya siyasi bir dava olduğunu anlamak için, salt bu muhalefet şerhi yeter de artar bile!
Yürütmenin bir kolu olarak yargı
Kavala Davası, Türkiye’de yargının mevcut konumunu gösteren sembol bir davaya dönüştü. Ne yazık ki Türkiye’de yargı, büyük bir oranda, yürütmeyi denetleyen bir organ olma vasfını yitirdi, yürütmenin yardımcı gücü rolüne büründü. Bugün mahkemelerden beklenen, her daim iktidarın arkasında durması ve iktidarın tercihlerini bir hukuki karar kalıbına sokup halka dayatmasıdır.
Yargının yürütmeden ayrı bir kuvvet olarak değil yürütmenin bir kolu olarak düşünülmesi, kaçınılmaz olarak topluma ağır bir maliyet çıkarır. Çünkü böyle bir düzende (ya da düzensizlikte) hukuk, kıymetten düşürülür; bireysel haklar ve yerleşik hukuk kuralları rafa kaldırılır. Suç, mevzuattaki tanımından koparılır. Bir kişinin gerçekte suçlu olup olmadığı değil, o kişinin suçlu olarak gösterilmesine iktidarın ihtiyaç duyup duymaması önem kazanır. Eğer bu ihtiyaç hâsıl olursa, kanun metninde ne yazarsa yazsın, o kişi bir yolu bulunup mahkûm edilir.
Yazılı hukukun değersizleştirilmesi, toplumun kriminalizasyonunu da beraberinde getirir. Çünkü demokratik bir toplumda suç olduğu akla getirilemeyecek faaliyetler bile suç kapsamına alınır ve bunlara aşırı cezalar tatbik edilerek topluma dehşet salınır. Kavala ve Demirtaş davalarında olduğu gibi sivil ve siyasi temsil yeteneği haiz sembol kişilere orantısız cezalar verilir. Böylece herkese ayağını denk alması gerektiği hatırlatılır ve sınır ihlali yaptığında bir benzerinin kendi başına geleceği korkusu hissettirilir.
Gözdağı verilen yalnızca sıradan vatandaşlar değildir, yargı mensuplarının yüreğine de korku salınır. Hukukun gereğini yerine getirmek, maddi gerçeğin ortaya çıkarılmasına çalışmak ve böylelikle adaletin tesisine hizmet etmek, yargı mensupları için tehlikeli bir hal alır; iktidarın önceliklerini paylaşmayanlara ve taleplerine uyum göstermeyenlere türlü bedeller ödetilir. Hukukun temel ilkelerinden taviz vermeyenler görevden alınır, makamlarını yitirir ve itibar suikastına uğrarlar.
“İşbirlikçi hukukçular”
Mamafih, bütün yargı mensuplarının bağımsızlık sevdalısı olduğu söylenemez. Aksine hukukçuların bir bölümü, yargının yürütmeye bağlılığını bir “olması gereken” olarak görür ve adalet için değil iktidarın iyiliği için çalışmayı vazife addederler. Bu hukukçular bağnazca sahiplendikleri iktidarın önceliklerini kendi öncelikleri olarak beller, “tehdit” diye gördüklerine aşırı bir duyarlılık gösterir ve bu tehditlerle mücadelede onun emrine girerler. İktidar nazarında “muhalif” ya da “düşman” olarak damgalananları intikam dürtüsüyle ağır cezalara çaptıran bu “işbirlikçi hukukçular” ödüllendirilir ve itaatkârlıkları nispetinde kritik koltuklara oturtulurlar.
Adaletinin önemini yitirdiği bu düzende halkın yargıya olan güveni yerlerde sürünür. Yargının bağımsızlığı berhava olur. Buna mukabil, iktidar sözcüleri “yargı bağımsızlığı” nutku çekmekten de geri durmazlar. Bugün Türkiye’de olduğu gibi! İktidar sözcülerinin, Adalet Bakanı’nın, MHP liderinin ağzından yargı bağımsızlığını yücelten sözler eksik olmuyor.
Fakat bağımsızlığa dair edilen bu coşkulu ve iddialı laflar, doğrusu bağımlılığı faş etmekten başka bir netice doğurmaz. Çünkü herkes bilir ki, yargı baskıya maruz kalmadığında ve işini hakkıyla yaptığında, bu coşkulu söylemlere gerek duyulmaz. Eğer bir yerde şeytan kovar gibi ikide bir “yargı bağımsızdır” deniliyorsa, o yerde yargı bağımsızlığı yoktur.
“Çapulcuların yanındaki Anayasa Mahkemesi”
Tabii, unutulmaması gereken bir husus daha var bu bağlamda: Mahkemelerimizde arada sırada iyi kararlar çıkar. Özgürlükçü ve hak alanlarını genişleten bu kararlar, bazılarını çok rahatsız eder ve onlar bu kararları alan mahkemeleri topa tutarlar. Misal Bahçeli, daha kısa bir süre önce Anayasa Mahkemesi’ne esip gürlemişti:
“Anayasa Mahkemesi öyle bir hale gelmiştir ki, nerede bir hain, nerede Türkiye’nin kuyusunu kazmak için faal halde bulunan bir çapulcu varsa, onlarla yan yanadır.”
Dün Anayasa Mahkemesi’ne ateş püskürürken yargı bağımsızlığı diye bir derdi olmayan Bahçeli’nin, işine gelen bir kararda yargı bağımsızlığını hatırlaması ve yargı kararlarına saygılı olunmasını talep etmesi, iktidar cenahındaki hâkim anlayışı yansıtıyor:
Evet, yargı bağımsızdır, elbette bize tâbi oldukça!
Politikyol, 1 Mayıs 2022