Psikolojik Bakış: Malinowski ve Freud
Ancak antropolojik camianın bütünü, bu “Durkheim’cı duruş”u paylaşmaz. Toplumun bireylerin üzerinde, kendi süregenliğini ve tutunumunu onlara empoze eden bir “şey” olarak sunulmasına itirazlar, az değildir. Bu “imtizaçsızlık” ölüm ayinlerine ilişkin açıklamalara da yansır.
Antropolojide kültürel edimlerin bireysel ve psikolojik veçhelerine ağırlık verenlerin başında Malinowski gelir. Büyü, bilim ve dinin işlevlerini tartıştığı (1948) yapıtında, insanın gündelik, pratik kaygılarını gidermek üzere başvurduğu büyünün karşısına, “yaşamın nihaî ve en büyük krizi” olan (Malinowski 1948: 29) ölümün “en önemli kaynağını oluşturduğu”nu söylediği dini koyar. Din, insanın varoluşsal kaygılarına yanıt arar; ona ölüm korkusunu alt etmesini sağlayacak araçları ve desteği sağlar. Ona ölümden sonraki bir varoluşu vaad eder.
Dinin ölüm karşısında zedelenen toplumsal bağlara olduğu kadar bireysel psyche’ye sağladığı desteğin aracı, ölüm ritüelleridir. Malinowski’ye (1948: 30-33) göre ölüm ayinleri tüm dünyada çarpıcı bir benzerlik sergilemektedir:
“Ölüm yaklaştıkça her durumda en yakın akrabalar, kimi zaman da cemaatin tümü, ölmekte olan kişinin çevresine toplanır ve kişinin sergileyebileceği en özel edim olan ölme, kamusal, kabilesel bir edime dönüşür. (…)
Ölüm gerçekleşir gerçekleşmez ceset yıkanır, yağlanır ve süslenir, bazen bedendeki delikler doldurulur; kol ve bacaklar bitiştirilir. Bu hâliyle herkesin bakışlarına sunulur ve en önemli evre, dolayımsız yas başlar. (…) Her zaman az çok dramatize edilmiş ve konvansiyonelleşmiş keder ve ağlama patlamaları alır; vahşilerde bu bedeni parçalama, saçları yolma biçimini alır. Bu her zaman kamusal bir gösterim hâlinde yapılır ve gösterime görünür yas göstergeleri eşlik eder: bedeni siyah ya da beyaz çamurla sıvama, kazınmış ya da darmadağın saçlar, garip ya da yırtılmış giysiler… Dolayımsız yas bedenin çevresinde sürer ve bu, ürkütücü ya da sakınılası olmak bir yana, genellikle dindarca bir dikkatin odağındadır.
Çoğu zaman ritüel sevgi ve saygı gösterileri gerçekleştirilir. Ceset kimi zaman kucağa alınır, okşanır, sarılınır. Bu edimler aynı zamanda hem tehlikeli hem de tiksindiricidir; uygulayıcıya bir maliyeti olan görevlerdir bunlar. Bir süre sonra cesedi uzaklaştırmak gerekecektir. Açık ya da kapalı bir mezara gömme, mağara ya da platformlara, ağaç kovuklarına ya da metruk bir yerde zeminin üzerine yerleştirme, yakma, kanoya yükleyip açığa salıverme - uzaklaştırmanın başlıca biçimleridir. Bu da bizi belki de en önemli noktaya, bir yanda cesedi muhafaza etme, onu olduğu gibi ya da bazı kısımlarını koruma isteği, bir yandan da ondan kurtulma, ayak altından uzaklaştırma, tümüyle yok etme arzusu yolundaki çelişik iki eğilime vardırır.
Bu ikili eğilimin iki aşırı ifadesi mumyalama ve yakmadır.(…) Bu iki uçlu tutumun ürkütücü bir ifadesi de, ölünün etinin ayinsel olarak yenmesi ya da kutsal-yamyamlıktır. Bu genellikle açırı bir tiksinti ve dehşetle gerçekleştirilir ve edimi genellikle şiddetli kusma krizleri takip eder. Ama bu aynı zamanda aşırı bir saygı, sevgi ve adanmışlık edimi sayılmaktadır. Bütün bu ritlerde hem bağı sürdürmek, hem de koparmak arzusu vardır. Böylelikle cenaze ritleri kirli ve kirletici sayılır; cesetle temas kirletici ve tehlikelidir; uygulayıcılar yıkanmalı, bedenlerini temizlemeli, temasın bütün izlerini gidermeli ayinsel taharet uygulamalıdır. Yine de ölüm ritüeli insanı tiksintiyi altetme, dindarlık ve bağlılığı muzaffer kılma ve gelecekteki yaşam, ruhun ölümsüzlüğü fikrini desteklemeye iter. Ve burada dinsel kültün en önemli işlevlerinden biriyle karşı karşıya kalırız. Bu analizde ölü ve cesetle temastan kaynaklanan ve geride kalanların davranışını güçlü biçimde belirleyen doğrudan duygusal güçlere vurgu yaptım. (…) Vahşi, olasıdır ki insan ve hayvanda ortak olan ve derinlerde yatan içgüdülerin sonucu, ölümden yoğun biçimde korkar. Onu bir son olarak kabul etmek istemez; tam bir son, yok oluş düşüncesiyle yüzleşemez. Ruh ve ruhsal varoluş fikri burada yardımına koşar. (…) İnsan ona sarılmakla, yüreğe su serpen ruhsal süreğenlik ve ölümden sora yaşam inancına erişir.”
Böylelikle, ölüm korkusundan kaynaklanan, ölüme, ya da daha doğru bir deyişle ölümden sonraki varoluşa ilişkin inanç ve ritüeller, Malinowski’ye göre dinin en önemli bileşenlerindendir: “Din insanı ölüme ve yokoluşa teslim olmaktan kurtarır.” (Malinowski 1948: 34).
Şu hâlde Malinowski için din, temelde insanın ölüm korkusunu alt etmek üzere geliştirdiği bir görüngüdür. Dinsel ritüellerin işlevi konusunda ise verdiği tını, onu Durkheim’cı ekole yaklaştırır. Malinowski’ye göre ölüm ritüelleri, hem ölü yakınlarının hem de bütün grubun duygularını dışavurur. Doğal bir olguyu toplumsal bir olaya dönüştürür. Malinowski’ye göre ölüm ritüellerinin işlevi, ölüm hadisesinin zedelediği bireyleri ve grubun bütününü sağaltmak, ölümün harekete geçirdiği negatif duyguları (korku, nefret, tiksinti, keder…) dengeleyip soğurarak tesviye etmektir. Böylelikle, bozulma tehdidiyle karşı karşıya olan toplumsal tutunumu ve dayanışmayı sağlayarak toplumun süreğenliğini güvence altına alırlar. (1948: 35)
Malinowski’nin tahlili, böylelikle Freud ile Durkheim’cı yaklaşım arasında bir köprü oluşturmaktadır. Freud, bilindiği üzere, kamusal bir olgu olarak “yas”ı, bireysel bir duygulanım olan “melankoli”nin karşısına koyar. Başarılı bir yas, nihayetinde yaşama arzusunun galebe çalmasına ve geride kalanların eninde sonunda ölüden ayrılmalarına yol açarak melankolinin patolojik bir hâl almasının ve intihar olasılığının önüne geçmektedir. Aksi durumda, patolojik melankoli ego’yu sonsuza dek kaybına bağlayarak yıkımına yol açar. Yas ayinlerinin bu bakımdan, “sağlıklı” bir işlevi vardır; hem birey hem de toplum için (Lipset & Silverman 2016: 4).
20. yüzyıl antropolojisinin önemli bir bölümü, ölüm ritüelleri konusunda, Malinowski’nin psikolojik yönelimi ile Hertz’in sosyolojik vurgusu arasında salınım gösterir. Ancak bu ritüellerin temel işlevinin toplumsal dayanışma ve tutunumu güçlendirme olduğu konusunda geniş bir mutabakat söz konusudur.
Ne ki bu mutabakatın istisnaları yok değildir. 20. yüzyıl ikinci yarısı antropolojisinde farklı bir hat, ölüm ritüellerindeki cinsellik simgeleri ve bereketin (hem döl hem de ürün bereketi) yenilenmesini gören Bachofen-Frazer düşüncesinin ihdasına yönelik çabalardır ki en çarpıcı örneğini Maurice Bloch’da (1982) bulacaktır. Bloch, Ölümü çevreleyen simgeciliğin yaşamın yeniden canlanmasıyla ilintili olduğunu gösteren bir dizi çalışmanın yer aldığı derleme için kaleme aldıkları önsözde Bloch ve Parry (1982: 1-44) ölüm ritüellerinin rejeneratif yönleri üzerinde dururlar. Buna göre:
1. Yaşamın “sınırlı bir mal” olarak görüldüğü kültürlerde, ölüm ölüler âleminde bekleşen ruhların hayat bulacağı bir alan açmaktadır; özellikle reenkarnasyonun kabul gördüğü toplumlarda, yaşam ölümün hem inkârı, hem de devamıdır.
2. Ölüm ritüelleri aynı zamanda zamanın düzenlenmesine ilişkindirler. Yaşam-ölüm çevriminin ebediliğini çağrıştırarak gel-geç olan bireysel yaşamı sonsuz yaşam çevrimine dahil ederler. Ölüm ritüelleri doğal ve toplumsal yaşamın birbirine karıldığı momentlerdir.
3. Ölüm ritüelleri biyolojik ölümün öngörülemez doğasını denetim altına alma çabasıdır aynı zamanda. Kültürlerin çoğunda uygun (“iyi”) ve uygunsuz (“kötü”) ölümleri ayırt etmenin yolları vardır. Örneğin, Uganda’daki Lugbara halkı için “iyi” ölüm, evde, ata ruhlarının yanıbaşında, ölen kişinin mirasçısına seslenerek onun da mirası kabul ettiği, dolayısıyla da yetkenin soy hattında uygun biçimde iletildiği ölümdür. “Kötü” ölüm ise evden, ata ruhlarından uzakta, devir-teslimin gerçekleşmediği ölümdür. İyi ölüm ruhun atalar diyarına ulaşmasını ve yeniden doğumu güvence altına alırken, “kötü” ölümle ölmüş bir ruh sonsuza dek boşlukta gezinmeye mahkumdur.
4. Ölüm ritüelleri cinsellik, ölüm ve doğanın bereketi simgelerini kaynaştırır. Özellikle kadın cinselliği ile ölüm simgeciliği arasında yakın bir ilişki vardır. Kadın cinselliği kimi zaman doğanın bereketine zıt olarak kavranır: Havva’nın cinselliği, çiftin kıraç topraklara sürülmesine ve dem’in ekmeğini terleyerek kazanmasına yol açmıştır örneğin. Avcı-toplayıcı Hadza’larda şefin karısının aybaşı olması, avın bereketini engeller.
Ancak cinsel ilişki ile yeniden doğum arasında doğrudan ilişki kuran ölüm ritüelleri de yok değildir. Madagaskar Bara’larında ölümden sonra biri kadınlara, diğeri erkeklere ait olmak üzere iki kulübe inşa edilir. Ölü, üç gün iki gece kadınların kulübesinde kalacaktır. Gündüz normal yas faaliyetleri sürdürülürken geceleri kızların müstehcen şarkıları ve erotik dansları eşliğinde rastgele cinsel ilişkilerle geçer. Üç günün sonunda erkekler kadınlar evini basarak kadınların itirazlar ve engelleme çabaları arasında cesedi kaçırıp ata ruhlarının yaşadığı dağa doğru koşmaya başlarlar. Kızlar cenazeyi geri almak için erkekleri kovalar; dağa yaklaştıklarında yanyana dizilerek bir barikat oluşturur. Erkekler tabutu bir koçbaşı olarak kullanıp barikatı yararlar ve cesedi ataların dağına ulaştırırlar. Mezara ulaştıklarında, ölü, aralar diyarına yeniden doğmuştur. (Bloch & Parry 1982: 21)
5. Ölüm ritüelleri ve ölüme ilişkin ritüeller aynı zamanda toplumsal birimin birliğini doğrulayarak onu tarih-aşırı kılar. (Aile mezarlıkları, dışarıda ölen kişinin naaşının köyünün mezarlığına gömülmesi: cemaatin mezarlıkta yeniden üretilmesi…)
6. Ve nihayet ölüm ritüelleri, toplumsal hiyerarşiyi doğrularlar…
Bu son nokta üzerinde biraz duralım.
Devam edecek….
TIKLAYIN- “VAR GİT ÖLÜM”: ÖLÜM RİTÜELLERİNE ANTROPOLOJİK BİR BAKIŞ BÖLÜM 2
TIKLAYIN- “VAR GİT ÖLÜM”: ÖLÜM RİTÜELLERİNE ANTROPOLOJİK BİR BAKIŞ BÖLÜM 1