(Uzun bir makaleden (redaktesiz bir çeviri olarak) FB Arkadaşları için Kısa Notlar):
Yeni Bir Ortaçağ’a Doğru mu Gideceğiz?
İmparatorluk Mirasçısı Ulu-Devlet İddialı Otoriteryan Aktörlerin Dünyası ile Ulusların Özgür ve eşit temsillerine dayanan bir ilişkiler sisteminin oluşturacağı Dünya arasında seçim yapmakla karşı karşıyayız.
Girşi mahiyetinde:
Rusya-Ukrayna Savaşı için ortak düşünce, bu savaşın Uluslararası İlişkiler Sisteminde bir Dönüm Noktası olacağıdır. Eski dünya düzenini yıkacak ve Yeni bir Dünya Düzeni oluşturacaktır.
Rusya ve İmparatorluk mentaliteli Büyük Devlet iddialı Jeopolitik Aktörler, Soğuk Savaş Düzeni sonrası Amerika tarafından oluşturulan Dünya Düzeninin işlemez ve son derece eskimiş olduğunu ileri sürüyorlardı. Rusya bu Düzenin eskimiş olduğunu çoktandır ifade ediyor, en son 2021 yılı içinde, diplomasi yoluyla bunu ABD’ye kabul ettirmeye çalıştı. Olmadı, şimdi, Ukrayna savaşını bu sistemin eskimiş ve işlemez olduğunu göstermek için çıkardığı ileri sürüldü. Ukrayna Savaşı “bu eski dünya düzenini demonte etme” özel operasyonu olarak adlandırıldı.
Bu Dünya Düzeni Çatışmasının açık tarafları olarak görünüyor. ABD, Soğuk Savaş Sonrası oluşan “Liberal Düzeninin” kötü olmadığını, kaos oluşturmadığını ve onmilyonlarca insanın ölümünü getirmediğini söylüyor ve ABD’nin bu Dünya Düzenini devam ettirmek için ana güç olmaya devam edeceğini ve bu düzenin devam etmesi için özgür dünyayı birleştireceğini söylüyor.
ABD karşıtları, özellikle, Dünya Hegemonyasının artık ABD’nin kontrolunden çıkmış olduğunu, “Çin’in Yükselişi”, “AB’deki farklı görüşlerin”, Avroasya’da Rusya’nın Geri Dönüşünün” böylesi bir ABD rolünü artık imkansız kıldığını ileri sürüyor ve “Çok kutuplu” bir Dünya düzeninin inşa edilmeye başladığını ileri sürüyorlar.
ABD’nin Dünya Hegemonyası için gücünü kaybettiğini, bunda ısrarının ABD ve Dünyayı büyük bir kaos ve çatışma içine sokacağı ileri sürülüyor.
ABD’nin Öncülük edeceği Özgür Dünya’nın temel sorununun üzerinde dururken, “Yükselen İmparatorluk Mentalitesi”ne sahip Jeopolitik güçlerin –Çin, Rusya, İran, Türkiye gibi “Büyük Bölge Devleti” iddialarının alternatif olarak getirecekleri Dünya Düzeninin sorunlarını farklı bir perspektiften bakarak, Çağdaş Dünya Düzeni’nin temel sorununun sahi bir Özgürlük Dünyası ile Otoritarizm Dünyası arasındaki temel seçim ve sorunlar olduğunu ileri sürüyoruz.
Bu İmparatorlukçu Jeopolitikalar nasıl bir Dünya Düzeni istiyorlar?
[…]
ABD’ye ve Batı’ya kendi Bölgelerinde hakim Jeopolitik aktör olma hakkı veriyor. Ancak, bu şekilde, Yeni Dünya Düzeni olan Yeni emperyal Aktörlere bağlanmalarını öngörüyor.
Rusya’nın önerdiği düzen bu güçlere uygundur. “Rusya Demokrasisi” Çok kutuplu Dünya Düzeni ile, bölgelerin dış işlerine karışmamalarını istiyor. Ekonomik yayılma, “tarihi etki alanlarında “serbestlik hakkını” istiyor. Ve bu konuda insani, insan hakları, embargo, insani yardım vs. gibi dış demokrat dünyanın baskısınının ortadan kaldırılmasını öngörüyor. Büyük Devletlerin Regional düzeyde istedikleri gibi hareket etme hakkını savunuyor. Dünya’nın Global İdaresi’nin Bölgesel Büyük Aktörlerin oluşturacağı bir nevi “Büyüklerin Ulu Divanı” ile sağlanmasını öngörüyor: bu güçler Rusya, Çin, İran, Hindistan, Almanya, Fransa, Türkiye gibi “büyük ve saygın” devletlerdir.
“Rus Demokratik Bölgesel Düzen” Büyük Devletler dışındaki ulus ve hakların, devlet ve bölgelerin, kimlikleri “tarih-dışına” koyacak bir proje ve etki ve yönelime sahiptir.
Bu projeye göre, Amerikan emperyalizminin “haçlı seferlerine” ve Batı’nın “demokratlaştırıcı” ameliyatlarına karşı olan Yakın doğu’nun çıkarları da böylesi bir Demokratik Bölgesel Düzendedir. Rus projesi, bununla, aynı şekilde, ABD’nin boyunduruğundan kurtulmak isteyen Avrupa’yı da bu şekilde kurtaracağını iddia etmektedir. Ve Çin için de aynı şekilde kurtarıcı bir misyona sahip olduğunu ileri sürüyor. ABD ile ideolojik ve kurumsal bir karşı karşıya gelmeye hazır olmayan Çin için bir misyon ifa ettiğini düşünüyor Rusya.
Kuşkusuz, bu proje ABD ve Amerikaya da “önem” veriyor. Rusya’nın Demokratik düzen gereği ABD, kendi bölgesinde hakim güç durumundadır. Bu düzene göre uluslar kendi iradeleri ile değil, vesayet verdikleri büyük güçler tarafından dünya düzeni içinde “temsil ediliyorlar”.
Çin ile Rusya, Rusya ve Türkiye, Türkiye ve İran Jeopolitikaları arasındaki ilişkiler, ve bunların Dünya Düzeni görüşleri tartışılıyor. Aralarındaki derin çatışmaya dikkat çekenler olduğu gibi, onların çağdaş Dünya Düzenine karşı ortak görüşe sahip olduklarını söyleyen düşünceler var. Rusya, ABD’ye, Çin’in total bir Dünya Hegemonyasına yönelmiş olduğu, ABD’nin yerine tek güç olarak geçmeye hazırlandığını ileri sürüyor. Bununla, kendi önermiş olduğu Dünya Düzeni ile Çin’in hazırlandığı dünya düzeni arasında fark olduğunu, kendi önerdiği Dünya Düzeninin daha “Demokratik, Çok kutuplu” bir Dünya Düzeni olduğunu ileri sürüyor. Oysa Çin’in Dünya Düzeni yöneliminin bir Global Otoritarizm olduğunu ileri sürüyor. Bu anlamda, Rusya-Çin İtitfakının bir Mitos olduğunu iddia ediyor. Çinliler, ancak, bugün itibariyle, Dünyaya kendi ideolojisi ya da total bir dikta dayatıyor gözükmüyorlar. Onlar, ne Sovyet blokunun “sosyalizmi” benzeri bir ideolojik modeli, ne de “Asyacılığı” bir universal dünya görüşü olarak yaymak peşindeler. ABD’nin yerine geçmek için yaptıkları şey; “Liberal Dünyaya doğrudan alternatif çıkarmaktansa, “ekonomik yükselişi” önündeki engelleri bertaraf etme isteğidir. Bu yükselişi ne askeri bir doktrin, ne de Global bir değerler Sisteminin yaygınlaştırılması ile yapıyor gözüküyorlar. Çin’in bugün itibariyle, önceliği Çin’in Çevresi olarak adlandırılan Hazar Denizi’nden Endonezya'ya kadar olan çoğrafyanın kendisine ait olağanüstü etki alanı olarak kabul ettirilmesidir. Aynı şekilde buradan ve başka yerlerden Çin’e kaynak aktarılmasına engel olunmamasıdır.
[…]
Bu yazı Global Dünya Düzeni tartışması üzerine bugüne kadar yapılan tartışmalardan farklı bir Çerçeve Oluşturuyor ve bu tartışmalara farklı bir bakış getiriyor. Bu çerçeve ve bakışa göre, Dünya Düzeninin temel meselesinin bugün Ulus-devlet esaslı bir Uluslararası ilişkiler sistemi mi yoksa, Ulus-devlet formu kullanan eski imparatorluk mirasçısı devletlerin “Büyük Devletler Hukuku’na dayanan bir Dünya Düzeni mi arasındaki seçim sorunudur. Bu çerçeve içinde, bütün “küçük” uluslar ve “ulus-devletlerin” Kürtler durumuna düşürülme, Kürtler durumunda olan ulusların “ulus olmaktan vazgeçirme” durumu vardır.
Önce şu soru:
Rusya veya bir bütün olarak Asya İmparatorluğa mahkum mü?
[…]
1905’ten sonra, hatta Kırım Savaşı’ndan sonra, Rusya’nın ulus-devlet’e yönelik bir dönüşüm içine girdiği söylenebilir. Avrupa’da ulus-devletin açtığı modernite ve kapitalist gelişme yolunu, Rusya ve Asya’da imparaotrluk –çok uluslu- olarak yaşayan bir çok devlet içinde ulusal uyanışı sebep olur. Buradaki temel görüş, Ulus-devletin yeni zamanın modern gelişme yolu olduğudur. Lenin, bu nedenle, durumu “Asya Uluslarının Uyanışı” olarak tespit eder ve Ulusların kaderini tayin hakkı ilkesini, Asya uluslarının modern gelişmelerininin yolu olarak görür. Ona göre, çok uluslu imparatorluklar geriyi, Ulus-devletler ileriye doğru gelişmeyi ifade ediyorlardı.
Lenin’in önderlik ettiği eski Rus imparatorluğu çerçevesindeki halkların ulus-devlet olma siyaseti, nasıl oldu da, bu ulus-devletlerin (Ukrayna 1919’da ulus-devlet olarak kuruldu, 1921 yılında Sovyetlere katıldı) yeni bir Dünya imparatorluğu olarak tanımlanacak Sovyetler Birliği (daha sonraları Sovyet Ulusu olarak adlandırılacaktı) gibi Ulu-Devlete dönüştü? İmparatorluk mirasına sahip “büyük devletler” ulus-devletten Ulu-Devlete dönüşme Sosyolojisine mi mahkümlar?
Benzer transformasyona, Sovyetler Birliği’nin bağımsız Ulus-devletlere dönüştüğü Post-Sovyet Dönemi’nde şahit oluyoruz. Son 20 yıl içinde yaşananlar, gene Rusya’nın Ulus-devlet gömleğine dar geldiğini bize işaret ettiriyor. Ulus-devlet gibi yaşamak taraflısı bir güçlü eğilime rağmen, bu dönüşüm nasıl ve neden oluyor?
Aynı dönüşüm Çin’de, İran’da, Türkiye’de meydana geliyor? Saydığımız bu ülkelerin Jeopolitik stratejilerinin tümü de, Ulus-devlet formatında eski imparatorluk formata yönelmeyi hedefleyen bir devinim azmi içindeler. Bu devletlerin “normal ulus-devlet” olamamalarının dramatik sonuçlarını sadece sahip olmaya devam ettikleri İmparatorluk yadigarı halklar değil, eski imparatorluklarından ayrılmış kendi ulus-devletlerini kurmuş ülkeler de yaşıyorlar. “Tarihsel etki alanları hakkı” iddiası bu ulus-devletlerin egemenlik ve ulus olma haklarını “hükümsüz kılmayı” amaçlayan hak iddiası olarak cereyan ediyor.
Ulu-devlet yönelimli ulus-devletlerin Söylemlerinin ortak karekteristik özellikleri vardır; bunlar, geçmiş zamanlardan kalma özcü bir Makro kimliğe atıfta bulunuyorlar. “ümmet”, “islam”, “şii toplulukları”, “sunni-islam”, “osmanlılık”, “turancılık”, “aryanizm”, “Slavcılık”, “Avraasyacılık”, “Asyacılık” vs. Ulusal özgürlük ve ulus-devletlerin bu çerçevede Batı tarafından söz konusu “kimlikleri” bölme ve parçalama olarak görüyor, bu anlamda, ulusların bir Batı modernist siyasi kurgular oldukları tezine dayanıyorlar. Aynı şekilde, ancak, bu “makro kimlikler” üzerinde hegemonya oluşturan etnik kimliklerin özcü iddiasını genel “kardeşlik” ve ortaklık” söylemi ile manipüle ediyorlar.
Tespit şu; ulus-devlet eski bir imparatorluk mirasına sahip bir devlet ise, bu ulus-devlet zamanla büyük devlet olarak görülmeye devam edilmesini istiyor. Dünyada eskiden edinmiş olduğu yer üzerine nostalji ve imajinasyon içinde yaşıyor ve zamanla tarihi kodlar, tarihsel hak iddiasına dönüşüyor. Bu real bir dünya sorunudur bugün uluslararası ilişkiler sistemini tehdit eden.
Bu devletlerin bazıları kendilerini “imparatorluk olmaya, dünyayı yönetmeye mahküm olduklarını” ileri sürüyorlar. Ulu-devlet olarak dünyada kapladıkları real yerden de daha fazlasını istiyor, kendilerini ulu-devlet oldukları için başkalarını yönetmeyi hakları olarak görüyorlar.
[…]
Bu soruna nasıl yaklaşmak gerekiyor?
Görüldüğü gibi imparatorluk mentalitesinin ortak karekteristik özellikler gösteren bir ulus anlayışı vardır. Mevcut ulus-devletleri ve uluslaşma süreçlerini bir Batı modernist kurgusu olarak gören bu anlayış, “kendi ulus” anlayışını primordialist-özcü bir ulus anlayışına dayandırıyor, bu özcülükle eski dini medeniyetler üzerinde tekçi bir emperyal ulus tasavvuru dayatıyor. Ukrayna’nın Denatsifikasyonu projesine bakarak, Rusya’nın, Slav Dünyasını kendi ulusal tasavvuru içinde görüyor. Buna göre, Slav uluslararını birbirinden ayıran şey, siyasal farklı egemenliklerdir. Ortak siyasi bir hegemonya çerçevesinde Rus Ulusundan bütün Slavlara öncülük eden tek bir ulus olarak söz edilebilir. Özcü, ilkçi görünse de, ulus anlayışının modernist, yani yeni zamanda ideolojik olarak kurulan bir kurgu olarak gördüğüne işaret etmektedir. Aynı ulus tasavvurunu “İran Ulusu” anlayışında görmekteyiz. İrani de kavram olarak Slav halkları kavramı gibi kadim bir medeniyeti ve onu meydana getiren farklı irani (Aryani) halkları işaret eder. Tarihte hiç bir zaman “İran ulusu” diye bir ulus olmadı. Bugün birden çok İrani ulusun varolduğunu biliyoruz. Ancak, İmparatorluktan ulus-devlet dönemine, imparatorluk sınırları bozulmadan giren fars devleti, İrani medeniyet kimliğine tek taraflı olarak konmuş, bunu imparatorluklar döneminden salt kendisine kalmış bir miras olarak inşa etmiş, ve bugünkü “iran ulusu” ve devletini bu paradigma ile inşa etmiştir. Bu ulus anlayışı, ortak ulusal özellikleri olan bir topluluğu karekterize etmekten ziyade, çok farklı olan kimlik ve ulusal toplulukları devlet şiddeti ile bir arada tutmaya çalışan emperyal bir hukuku ifade eder. Başka bir deyimle, İmparatorluk mentaliteli devletlerin “büyüklük” tasavvuru ile onların Ulus Anlayışları arasında bir sosyolojik sebep-sonuç ilişkisi mevcuttur. Günümüzde “Ulu-Devlet” olmanın temel yayılmacı özelliği onun kendisini uluslar-üstü bir ulus gibi görmesi sorunlu ulus anlayışındadır.
Türkiye de, Sovyetlerin yıkılmasından sonra, sahip olduğu ulus anlayışı ile Kafkaslarda umut ettiği Jeopolitik yayılmayı sağlayamadığı için, Ulus söylemi ve tasavvurunda kriz başgösterdi ve yeniden yorumlama ihtiyacı hisseti. Türkiye yeni Jeopolitikası, aynı şekilde islam dünyasına açılmada da büyük engelleri gördü. Bugün Türkiye şizofrenik olarak adlandırabileceğimiz bir Ulus anlayışına sahiptir. Turancılık, İslam-sünni ümmetçiliği, Osmanlıcılık ve Cumhuriyetçi kolonyal ulusçuluğu gibi farklı ulus paradigmaları Yeni bir Türk Jeopoliitkacılığı olarak inşa edilmeye çalışılıyor. Bu bir yandan Türklüğü etnik bir ulusçuluk, diğer yandan Turani bir üst-ulus, ve artı bu hegemonyayı kabul edecek bir islami, osmancı periferi beklentisi içinde olan bir karma şizofrenik ulusçuluk anlayışı mevcuttur. “Üç tarz-ı siyaset” birleşerek ortak bir türk Ulu(s)-devlet mentalitesine dönüşmüştür.
İmparatorluk mirasçısı Ulu-devlet anlayışı neden Ulus-devlet gömleğini kendisine dar görüyor. Bunun temel nedeni, “mirası elde tutabilmek için ulus-devletin değil, ulu-devlete gerek olduğudur. Başka bir deyimle, onu ulus-devletten ulu-devlete dönüştüren dinanimkler imparatorluk mirası ulus ve kimliklerin elde tutulması jeostratejisi olarak ihtiyaç hissedilmesidir.. Büyük, ulu-devlet olmadan, bölgenin hakimi olmadan mirası elde tutmak imkansızıdır. Güçlü olmak gerekir ki, haklı olan “önlenebilsin.” Emperyal mentaliteyi canlı tutan imparatorluk yadigarına sahip çıkmaktır. Bu durum, Ulus-devlete dönüşen geçmiş imparatorluklarından kendilerine miras kalmayan uluslarda böyle değildir. Avrusturya, Macaristan, Roma, Bizans vs.lerinde... Bunlar içinde ya “imparatorluk mirası” mefhumu yoktur, ya da “tek mirasçı yoktur”. Miras, “eşit dağılmıştır.”
Rusya’nın Ukrayna Savaşı’nın “Büyük Sosyal mühendisçi Hedefi – “Ukrayna’nın denatsifikasyonu”
Bu hedefi, Ukrayna’yı ulus olmaktan çıkarmak olarak tanımlayabiliriz. Savaş yolu ile bu sosyal mühendislik Kürtlere uygulanan Kürtleri ulus olmaktan düşürme 200 yıllık sistematik politikası ile aynı karekteristik özellikleri arzediyor. Putin iktidarı Ukrayna’yı ayrı bir ulus olarak kabul etmek istemiyor. Bazen onların “asıl ruslar” olduğunu söylüyor. Bu yönelimi ile Ulusun modernist kurgu olduğu görüşü ile çelişiyor. Çünkü, Ukraynalıların farklı ulus olmadıklarını ispat etmek için tarihsel Slav tarihinin ortak özelliklerine gidiyor. Ortaçağ’da, 9. Yüzyıl Kiev Rusu Mirliklerine işaret ederek, bunların orjinal slav/rus olduklarına söylüyor. Ukraynaki ruslarla Moskova eksenli ruslar arasındaki “farkların” Ukrayna’nın Polonya-Litwaniya, Moskova’nın ise Rus-tatar etkileşimi altına girmesiyle meydana geldiğini ileri sürüyor. Bu nedenle, bu ortak “özün” yeni ortak siyasal rus hegemonyası ile birleştirildiğinde Ukrayna’nın ayrı “ulusal özelliklerinin” ortadan kalkacağını ileri sürüyor.
Bu bakış, bir çok yönüyle tamamen 200 yıldır Kürtlere uygulanan bir Büyük Devlet iddiası kolonyalizmidir.
İmparatorluk artığı Büyük Devlet iddialı Bölge Devletlerinin Uluslara yönelik bu bakışları, 21. Yüzyılda temel sorundur. Çünkü, bu “Büyük Devletlerin” periferisi, gölgesi altında hiç bir ulus kendi ulus-devlet inşasını başarıyla tamamlayamıyor. Rusların yardımı ile bile “kurtulmuş” “ulusal devletini” kurmuş halklar Rusya’nın paternalist hegemonyası altında özerk olarak gelişemiyorlar. Ukrayna, 1991 yılında, Ulusal bağımsızlığını ilan ettikten bu yana, egemenlik hakkını defacto gerçekleştirmiş bir devlet olamadı. Liberal Demokratik Devlet sisteminin tanıdığı bütün imkanları kullanarak Rusya hami idare olmaya devam etti. Anayasa, yasalar buna göre yapıldı. Özerk bölgeler Rusyanın kontrolüne geçti. Rusçayı kullanma hakkı Ukrayna dilinin geliştirilmesi önünde büyük bir engel haline geldi. Bu açıdan, Liberal demokratik değerler çerçevesinde Ukrayna’nın Ulu-devlet olma tecrübesi 21. Yüzyılda İmparatorluk mirasçısı Büyük Devlet İddialı Emperyal mentalitenin gölgesinde, periferisinde ulus devlet olmayı önüne koymuş halklar için büyük ciddi sorunları gündeme getiren bir tecrübe durumundadır. Ukraynalıların demokrasi ve liberalizm romantizmi işte bu Ulus devlet inşası kararlılığında “tükenme” durumundadır.
Ukrayna’nın Rusya’nın gölgesinde yaşadığı bu ulus ve devlet olma egemenlik sorunu, Sovyet Bloku içinde yer almış bütün ulus, bölge, devletler (Slav ve Slav-olmayanlar) için geçerlidir.
Çin içi ve çevresi, İran içi ve çevresi, Türkiye içi ve çevresi, Rusya içi ve çevresi için olanlarla aynı paraleldedir.
Bu Ulu-devlet iddialı mentalite “çevre halklarını” “Tarihsel Baba” olarak gördüğü kendisine bağlanmadan varolamayacaklarını dayatıyor. “Baba’nın “Vefasız evlat” muamelesi ile çevredeki ulusları “islah etmeye ve sürekli olarak onları kontrol altında tutmaya, metodik olarak onları azarlamaya ve kendilerine vefa dersleri vermeye, “çevreyi” “kurtuluş yıldönümleri”, “yardım hafızası”, vs gibi geleneksel “sadakat” rutiüallleri düzenlemeye mecbur bırakma uygulamaları. […]
İmparatorluklar yıkıldı, ama Ulus-devletlere “Miras” Bıraktı
Yıkılan İmparatorlukların bıraktığı Miras, onun üzerinde inşa edilen Ulus-devletlerin gerçek anlamda Ulus olmalarına engel oldu. 1905'ten 1911'e kadar beş çokuluslu imparatorluğun tümü, 1917'den 1923'e kadar olan dönemde emperyal yönetimin daha büyük altüst oluşlarını ve çöküşünü önceden şekillendiren anayasal krizlerle sarsıldı. Her krizin kendine özgü yerel kaynakları olsa da, hepsinin belirli ortak özellikleri vardı. Emperyal yönetimin büyük bir istikrarsızlığa ve derin bir meşruiyet kaybına işaret ettiler. Hem sınır bölgelerindeki sosyalist veya milliyetçi hareketlerin artan gücü ve militanlığı hem de başta İngiltere, Fransa ve Japonya olmak üzere Avrasya sınırları dışındaki güçlerin ekonomik ve siyasi değişim baskısı tarafından hızlandırıldı. Hanedan yöneticileri, anayasal krizlerin ilk şokunu atlatmayı başarsalar da, hepsi devrimin ikinci büyük döneminde süpürüldü. 1911'den sonra Çin'de merkezi otoritenin çöküşü ve 1917-1918'de Habsburg, Osmanlı ve Rus imparatorluklarının eşzamanlı yenilgisi, imparatorlukların dağılmasına, sınır bölgelerinin kopmasına veya ayrılmaya çalışılmasına ve karmaşık bir imparatorluk sürecine yol açtı. yıkılan temelleri üzerinde yeni devlet sistemlerini yeniden inşa etmek.
[…]
İmparatorluk-Yönelimli Anti-emperyalist Söylemin Gücü
Rusya, Çin, İran, Türkiye başta, eski imparatorluklar miraslı “Ulus-devletler”, Anti-emperyalizm eksenli söylem ile “Tarihsel imparatorluk etki alanlarında” kontrol hakkı isteyerek “Büyük Devletler” Dünya Düzeni inşa etmek istiyorlar. Evroasia olarak adlandırılan jeopolitik bölgede bu dünya düzeni inşa olmuş durumdadır. Bir çok ulus-devlet de, İmparatorluk mirasçısı bu “Büyük Devletlerin” etki alanlarındadır.
[…]
İmparatorluk mentalitesi ve “Büyük Devlet” İddiası
Avrasya’da varolan bu Büyük Devletler Dünyası ulus-devlet ve ulusal özbenlikleri Asya’da “Uluslararası İlişkilerin” kurucu öznesi olarak tanımıyorlar. Burada, Batı dünyasından farklı olarak eski imparatorluk hukuku esas alınmaktadır. Batı, bu “ulus-devlet” formlu Ulu-devlet siyasetini, kendileriyle ilişkileri çerçevesinde ulus-devlet formu altında araçsal olarak kullanılmasını kendisine sorun etmiyor. Bu günümüzün en büyük Dünya Düzeni sorunu olduğu gibi, Ukrayna-Rusya Savaşı’nın temel sebebi durumundadır. Rusya, Ulu(s)-devlet gibi davranarak Bölgedeki ulusların egemeniklerine saygı göstermeyen bir jeopolitik devinim içindedir. Rusya’nın Dünya karşısında kendisine “özel muamele yapılması” isteği, Bölgedeki bu hak iddiasına göz yumulması ile mümkün hale geliyor.
Bu Ulus-devlet formlu Ulu-devlet olma yönelimi, de facto Ulus-devlet formatını kendileri için “dar gömlek” görmekte, İrredantist ya da “kurtarımcı” jeostratejilere yönelmeyi “Biz ya da Dünyanın Sonu” tehditleri ile “günümüzün normalitesi” olarak dayatmaktadır.
Bu devletlere, özgür ve egemen ulusların ülkelerinde “tarihsel etki alanları hakkını veren şey nedir?
Türkiye’nin Eski Osmanlı Etki Alanları üzerinde Jeopolitik düşler görmesini canlı tutan şey, “Osmanlı Mirası” ve “Osmanlılık özbilincini” hatırlatan şeyin her şeyden önce, Türkiye Cumhuriyeti’ne “Osmanlıdan miras bırakılan” olduğudur. Bu da, Kurdistan’dır. Kurdistan’ın Türkiye’nin “etki alanına” bırakılmış olması, Türkiye’nin Osmanlı hayalini canlı tutmaya, Osmanlıdan ayrılarak ulusal devletlerini kuran ülkelerin de bugün Kurdistan gibi kendi etki alanlarında kalabileceğinin stratejik hesapları üzerinde jeopolitik yeni düşün güçlerini teşvik etmektedir. “Miras” Türkiye’yi kendisini Osmanlı aynasında gören bir nevrozun içinde tutmakta, Osmanlı’nın yıkılışının “tarihi bir haksızlık olduğu” vesveselerine garkolmaya itiyor. Kurdistan’ın “Osmanlı mirası olarak” Türkiye’ye bırakılmış olması, Türkiye’nin Osmanlılık bilinci ve mentalitesini besliyor, büyütüyor. Türkiye’nin de facto Ulus-devlet olmasına izin vermiyor. Onu Ulu-devlet illüzyonuna sürüklüyor. Çokulusluluğunu muhafaza etmiş hiç bir eski imparatorluk mirası “ulus-devlet” –Rusya, Türkiye, İran, Çin demokratlaşmadılar. Bölgeleri için sürekli olarak yayılmacı bir yönleim ve hevesin içinde oldular, bu jeostrateji için (Ulu-Devlet) halklarının normal demokratik bir ulus olma, uluslarası değerlere özümsemiş bir kültüre kavuçmalarına engel oldular.
Batı da, Asya’daki bu “anti-demokrasi”, “hukuksuzluk”, “rasyonel olmayışlığı”, “modernleşememeyi” ve bu Bölgelerdeki “kültürlere”, “dinlere”, “biyolojik özelliklere” bağlayarak, asıl failin Ulu-devlet olma mentalitesinde saklı olduğunu bilinçli olarak gözden kaçırdı. Oryantalist ve Euromerkezci davrandı. Asya uluslarının Uluslararası ilişkilerin eşit ve özgür özneleri olmasına ön açıcı olmadı. Avrupa dışındaki dünyayı; “bizim gibi olanlar” ve “bizim gibi olmayanlar” olarak iki zıt dünya haline gelmesinde, yeniden inşa edici bir rol oynadı. Bu şekilde bölünen ve farklı hukuk ve adalet sistemi ile idare edilen iki ayrı dünyanın hiç birinde “yeryüzü cennetinin inşa edilemeyeceğini” bir türlü kavramak istemedi.
Batı rasyonalitesinin bu Avrupa-merkezci tutumu, doğrusu, Doğu irrasyonalizminden daha absürd bir irrasyonalist tutum olarak kendisini göstermektedir. Kültürlerin “yerel unikalliklerini” fetişize ederek “mitossal düşünce” dönemine geri dönmek çağdaş sosyal bilimleriin universal hakikatler ve değerler paradigmasını geçersiz kılar ki bu da büyük bir irrasyonalizmdir. Avrupa geri kalan dünya için “merkez” değildir. Ama, Avrupa bu dünyadan farklı bir dünya da değildir. Avrupa’da, diğer yerlerden daha önce, çeşitli nedenlerle meydana gelen temel sosyal süreçler, farklı kültürel yorumlarla da olsa, diğer bölgeler için de aynı rasyonaliteye sahiptirler. Aklın Yolu Birdir, zira.
Avrupa’da İmparatorluklar çözülerek Yeni Avrupa Dünyası oluştu. Uluslar kendi devletleri ile uluslararası dünyanın öznesi durumuna geldiler. Batı dışındaki uluslar uluslararası ilişkilerin öznesi durumuna gelemediler. Çünkü, onların, Batı, imparatorluk mirasçısı “büyük devletler”, ya da “küçük kabile devletler” aracılığıyla temsil edilmeleri tercih edildi. Asya’nın ne “Büyük Devletleri”, ne de “Kabile Devletleri” Asya Uluslarının sosyolojik meşru temsilcileri değildirler. Onların temsil ettiği çıkarlar her iki durumda da “Partiyarka”nin çıkarlarıdır. Partiyark aracılığıyla (imperator ya da kabile reisi olabilir) Despotik devlet temsilin aracısı değil, amacı durumundadır.
[…]
Soğuk Savaş Dünya Düzeni Adil bir dünyadan çok bir “denge dünyası” idi. Sosyalist Blok’un yıkımından sonra, Tek-kutuplu bir dünya da Adil bir Dünya oluşturamadı. Karşısında çok güçlü bir büyük Güç kalmamasına rağmen Liberal Batı Dünyası neden Adil bir Dünya oluşturamadı? Küreselleşme ile adil bir dünyadan ziyade emek, iş, kültür ve sermayenin küreselleşmesi meydana geldi. Dünya Uluslararasısı sisteminde oluşan jeopolitik boşluklar, yeni jeopolitik düşün güçlerinin güçlenmesine imkan tanıdı.
Yeni Jeopolitik düşün gücü, imajinasyon, nostaljik bir şekilde tarihin imparatorluk dönemine yöneldi. “Tarihsel etki alanları” söylemine dayanarak “Büyük Devlet” olma hukuku yeni jeopolitik stratejilere dönüştü. Avroasya’da oluşan bu İmparatorluk özlem ve iddiası “tarihsel etkileri” altında gördükleri yeni ulus-devletler için “ulu olmaktan düşürülme” politikalarını güçlendirdi. Form olarak, Ulus-devlet sayılan İran, Türkiye, Rusya, Hindistan, Çin gibi devletler tamamen İmparatorluk mentaliteli Jeopolitikalar oluşturmaya koyuldular. Bu politika, ulus-devletlerin hukuk ve sosyolojilerini hiçe sayan, önemsemeyen, Makro Kimlikler Söylemli bir yönelimle yeni terör, kaos, çatışma ve savaşlara sebep oldu.
Yeni bir Emperyal yönelim olan bu Jeopolitikanın aktörleri, kendilerini benzer emperyal yönelime karşı temellendirirken (ulusal ve etnik çoklu kimlikler karşısında), aynı zamanda, böyle bir dünyanın yeniden inşası için kendi aralarında bir ittifak halindedirler. Rusya, İran ve Türkiye, “tarihsel etki alanları” üzerine çok açık bir çatışma üzerinden kendilerini temellendiriyorlar, ancak, her üç güç aynı zamanda Uluslararası sisteme karşı ortak da hareket ediyorlar.
Emperyal iddialı bu “büyük devletlerin” hedefi mevcut Ulus-devletler hukukuna dayanan dünya düzenini değiştirerek, dünyayı Ulu-devletlerin Bölge hakimiyet alanlarına ayırarak yeni bir dünya düzeni oluşturmaktır. Daha doğrusu, hayli zamandır, Asya’nın de facto içinde yaşamak zorunda bırakıldığı bir dünya düzenini resmi hale getirmek ve bunu Batı’ya da tamamen açık bir şekilde kabul ettirmektir. Makro Bölgesel bir dünya anlayışı içizilerek, buna göre, “bizim iç işlerimize karışmayın” hukukunu öngörüyor bu.
Günümüz dünya düzeninin adalet ve hukuk sorununu, asayiş ve güven ve gelecek sorununu cesur, dürüst, samimi ve köklü bir şekilde çözmekten yana ise “Özgür Dünya” Ulus-devletlerin Ulu-devletlere dönüşme eğilimlerinde büyük bir hasasiyete sahip olmak zorunludur. Zorla ulus inşa etme felaketi gibi, zorla bir kaç ulusu, uluslar hapishanesine dönüştüren ulu-devlet anlayışının gönünmüzde terörin temel nedeni olduğunu görmek gerekmektedir.
Bu herşeyden önce, Doğu’ya orientalist bakış mentalitesinin terk edilmesi, Ulu-devlet gölgesi altındaki ulusların özgürlük ve egemenlik haklarının dokunulmaz haklar olarak görülmesi olmalıdır. Hiç bir şey, Dünyanın adaleti, barışı, eşit bir şekilde birarada yaşması için bundan daha önemli değildir.
[…]
“Batı modernist Kurgusu olarak Ulus” ve Doğu’nun İmparatorluk Mentalitesi
Doğu’nun Ulus-devlet demokrasisi merkezli bir şekilde değil de, kabile-devlet, “Büyük-devlet” şekillerinde inşa olmaları Batı’nın Doğu’yu ve Doğu’nun kendisini “Ulus-olmayan” cemaatsellikler olarak görmesi arasında bir bağlantı vardır. Gerek Batı’nın Avro-merkezci ve orientalist ve gerekse Doğu’nun gelenekselci ve özcü kültür mentaliteleri Ulusu, cemaatselden toplumsala geçişin tarihsel ve doğal bir sosyolojik dönüşümü, halkların kendileri için özbilinç oluşturma ve kendi kaderlerinin öznesi olarak görmekten ziyade, “ulus-kurguları” Batı’ya bağlanmanın bir ideolojik kurgusu olarak görüyorlar. Kültürel, topraksal, dilsel, kısacası ulusal ulusçuluk yerine ya kabile-ulusçuluğu ya da emperyal ulusçuluğu geliştiriliyorlar. Emperyal ulusçuluk doğu paternalist kültüründe, Batı’nın kabile-ulusçuluğu kurgusuna karşı bir “savunma siyaseti” olarak kendisini temelendiriyor. Emperyal ve Bölgesel Kimlik merkezli siyaset, “tarihsel etki alanlarında” hak iddiaları kendisini Batı’nın “böl ve yönet stratejisinin” karşısında “Asyacı”, Avroasyacı”, “İslami ümmetçi”, Aryani-şiist”, “Osmanlı-Turani” alternatifler olarak konumlandırmak istiyor. Ulu-devlet, ancak, Ulus-devletin “asyayi” despotik varyantıdır. Ulu-devletin farklı makro kimlikleri “koruma” söyleminin arkasında mutlaka etnik asya tipi bir milliyetçilik söz konusudur.*
Ulusallık ve Ulus-devletin Din yerine “Büyük Devlet” referansı olarak kullanılması
İmparatorlukların meşruiyet zemini Monoteist Dinler idi. “Universal Hakikatin yolu” olarak görülen dinsel inanç, “hak yolunun” temsili olarak dünyevi siyasal iktidara universal temsil hakkı tanıyordu. Dünya, kendisini “universal hakikatin” temsili olarak gören Büyük Dini Devletlerin çatışma ve yayılma arenasından ibaretti. Uluslaşmalar devlet ve siyasetin dünyevileşmelerinde önemli rol oynadılar. Ulus-devletlerde “Universal hakikatle” özdeşleşmelerin özü değişti. Universal hakikat “bizim değil”, çağdaş medeniyetin merkezinde duruyordu. Ve uluslar kendi bilinçlenmeleri sürecinde öz kültürlerini Universal değerler üzerinden kıyaslayarak yeniden yorumluyor ve kendilerini yeniden inşa ediyorlardı. Bu paradigma, Dünya insanları arasındaki “farkı” uluslar olarak “bölse” de, kültürel olarak insanların ortak bir medeniyet halinde entegrasyonuna yol açıyordu. Modern ulus-devletlerini demokratik değerler ile inşa etmiş olan uluslar farklı dilleri konuşsa da, farklı tarihsel hafıza ve bilinçlere sahip olsa da, medeniyet paradigması aynı idi. “Biz” ayrıyız, ama “onlar da bizim” gibi...
İmparatorlukların dini, etnik, ulusal, toprak, dil vs. gibi miraslarından tam olarak ayrılmayanlar, çağdaş ve klasik anlamda modern ulus ve modern demokrat devlet olmayı beceremediler. Ulus-devlet formu olasalar da, zamanla, imparatorluk hayaleti canlanmaya, “miras” üzerinden tekrar yeni jeopolitik yönelimlere girdiler.
Bugün günümüzdeki temel sorun modern anlamda Ulus-devlet sosyolojisini inşa etmeyi başarmış olanlarla, bunu başarmayarak eski imparatorluk ve “tarihsel etki alanları üzerinde haklar” Jeopolitikasına yönelmiş, “Rusya’nın Avrasya Jeopolitikası”, İran’ın Pan-irani ve şii Jeopolitikacılığı, Türkiye’nin “Turanist, artı Osmanlı imparatorluğu Jeopoliitkacılığıdır. Çin “İpek Yolu Jeopolitikası” da aynı “Dünya Düzeni” projesi içindedir.
Bu eski imparatorluk mentaliteli Jeopolitikaların Ulus-devletlerinin “Büyük Devlet” iddiaları, bunlarla sınırlı kalmıyor, emperyalizme karşı ulusal özgürleşme mücadelesi vererek Post-kolonyal durum yaratan geçmişin bazı koloni ululsları içinde de rağbet gören model Jeopolitik Paradigmalar ve Jeopolitik Düşün gücüne dönüşmektedir. Hindistan, Pakistan gibi 20. Yüzyıl Ulus-devletlerini bu Büyük Devlet Olma mentalistesi içinde görmek gerekiyor.
Ulus-devletin Büyük Devlet olma hayali eskinin imparatorluk mirasına sahip devletler içinde, farklılıkları yok sayma, farklı kimliklerin etnik, ulusal, dinsel benliklerini tanımama ve zorla ortadan kaldırma yönelimi olarak ortaya çıkıyor. İrredentist eğilimler “doğal hak” olarak sayılmaktadır. “Tarihsel etki Alanlarını” kendi “Ulusal güvenliklerinin” meydan muharebe alanı olarak gören bu Emperyal yönelimli Jeopoliitkalar; Afrin’i işgali, Güney Kurdistan’ın referandum hakkını çiğnemeyi, Tahran’dan Hewler’e roket atmayı, Ukrayna’yı “Ulus olmaktan düşürmeyi”, “Uygur müslümanlarını” ve Tayvan’ı bir hapishane idare eder gibi yönetmeyi “tarihsel ve “ulusal” hakkı ve hukuku olarak görüyorlar.
Doğu’nun Demokrasisi önündeki temel engeller dinler, halklar, kültürler değil, bunların emperyal mentaliteli Büyük Devlet Olma İddiaları yönünde manipüle edilme durumlarıdır. Avrupa ile ABD arasındaki Asyaya yönelik Dış politikanın tarihsel sorununu ortaya çıkarmak gerekiyor.
Şimdi, yeniden Wilson Fikri ve Projesini tartışmak zamanıdır. Wilson Porjesi, Ön Asya’ya Avrupa gibi Ulus-devlet hukukunun hakim kılınmasını, emperyal mentalitenin köklerinin radikal bir şekilde sökülmesini öngörüyordu. İngiltere ve Fransa kendi kolonial ve emperyal jeostratejileri adına, bu Bölgeyi kabile-devletleri ve patriyarkal despotizmlere mahküm bıraktılar. Dünya bu büyük felaketin bedellerini ağır ödedi ve ödüyor. ABD’de de bu bedeli ödüyor. Henri Kissinger bu durumu, Diplomasi” çalışmasında çok net bir şekilde dile getirdi.
İmparatorluk Sendromu, liderler ve “Ulus”
İmperatorluk Sendromu Erdoğan, Putin, Ayetullahlar (Kasim Süleymeni vs.) gibi liderlerin kişisel dünya fantazilerinin bir ürünü müdür? Merkel Putin’i Obama’ya anlatıyor, “Putin’in bambaşka bir dünyada yaşadığını” söylüyor. Erdoğan’ın gençlik dönemini iyi bilen bir hemşerimiz, “Erdoğan’ın Osmanlı sultanlarının hayatlarına, onlar gibi olma ve davranma, Osmanlı efsanesine hastalık düzeyinde bir bağlılığının gençlik mücadele dönemlerinden olduğunu anlatıyor. Kasim Süleymani, bazı İran şii liderlerinin kendilerini günümüz Şah İsmaili, Kiros vs. gibi gördüklerine dair şeyler anlatıyorlar. Bu nedenle, olacak ki, “rasyonal politoloji ve Yakın doğu uzmanları “bu imparatorluk heveslerinin” gelip geçici romantik hevesler olduğunu, Dünyamızın rasyonalitesi ile bir karşılığının olamayacağını ileri sürüyorlar. Bu türden değerlendirmeleri naifçe buluyor, sürekli olarak bu riske dikkat çekmenin zorunlu olduğunu düşünüyorum. Batı ne ölçüde 25 yıldır ciddiye almadığı ve hatta çoğu zaman üzerlerine güldüğü populist liderler seçiyorsa, Doğu’daki bu imparatorluk arttığı halklar, kendilerine “Büyük Devlet Olma Vaadi ve iddiasında bulunan “Ciddi Liderleri” seçiyor. Gülmeyen ciddi liderler. Bununla, ulus-devleti Ulu-devlete dönüştürme “heveslerinin” derin bir sosyolojiye sahip olduğuna çekmek istiyor, analizlerin ve çözüm süyasetlerinin bu “derinliğin” ciddiyetine kabil olması gerektiğininin altını çizmek istiyorum.
Uluslararası Düzen ve İmparatorluk iddialı devletler
Bugün Dünya Düzeni ile ilgili temel sorun şudur; hangi hukuk? Ulus-devletler esasına dayanan ağırlıkla Batı’nın inşa etmiş olduğu Dünya Düzeni mi? Yoksa, eskinin imparatorluk iddialarına dayanan “Büyük Devetler” hukuku esaslı bir Dünya düzeni mi? Paradoks ve absürd durum şu ki, bu “Büyük Devletler” Ulus-devletler olarak Uluslararası ilişkilerde temel kurucu özneler durumundadırlar. Uluslararası hukuk tarafından böyle kabul edilmişlerdir, ama sosyolojik varlıkları “Büyük Devlet” Hukukunu dayatıyor.
Türkiye Cumhuriyeti, ulus-devlet olarak Avrupa Birliği’ne girmek için müracaat ediyor, ancak, kabul edilme şartlarını Ulus-devlet olarak değil, “Ulu-devlet Olma” hukuku ve hakkına dayandırılmasını dayatıyor. (“Türkiye büyük devlettir”, “oyunun kurucusu devlettir, başka ulus-devletler gibi değildir.”
De facto, Türkiye’nin AB üyeliği önündeki engel, “islam”, “hirsityan klub” vesaire değildir. Esas sorun, Türkiye Cumhuriyeti’nin AB’den imparatorluk iddialarına göre faydalanması, bu üyeliği “Büyük Devlet Olma” iddiası yönünde araçsallaştırması sorunudur. Aynı şeyi, aslında, Post-Sovyet Durumda Rusya’nın AB ve NATO üyeliği tartışmaları konusunda da izleyebiliriz. Çin’in “ekonomi esaslı” Jeopolitikasındaki yayılmacılıkta da Ulus-devlet hukuku değil, Dünyayı kendi yasasının uygulanma alanı gören durumdur.
Kısacası kabul etmek gerekir ki, bu Jeopolitikalar, “ABD’nin Dünya Hegemonyasına” karşı “mücadele ederken” ABD’nin Dünya İmparatorluğu modelini örnek almakta, bunu Bölgesel olarak zaten uygulamakta ve buradan “şartlara ve çatışan çıkarlarının dengesine bağlı olarak” yayılmaktadırlar. (2017 yılında, Erdoğan, Batı’nın gözleri önünde, Türkiye ile hiç bir vatandaşlık ilişkisi olmayan yüzlerce Avrupa vatandaşını yakalayıp kendi “hukukuna göre” yargıladı.)
[…]
Sonuç:
Bir “Dünya Sorunu” Olarak Asya, İmparatorluk Ve Ulus-Devlet
Çin “Asyacılığı”, Rus “Avroasyacılığı”, Türk “Yeni Osmancılığı ve Büyük Turan”, İran “Aryan ve şiizm” Jeopolitikalarının “Batı karşıtı” yönelimlerinin halkların özgürlüğü, demokrasi, insan hakları, ulus-devletlerin egemenliği, barış ve çağdaş medeni ve universal hakları için tehdit oluşturmaktadırlar. Bugün Ukrayna’da yürütülen savaş bu çerçevede ele alınmalı, Ulu-devletler jeopolitik iddialarının salt “Asya uluslarını” değil, Batı’nın Ulus-devet dünyasını da kökünden sarstığı hakikati görülmelidir. Ulus oma iradesinde oldukları için Ukrayna’dan bugün sürülen ve sığınmacı durumuna gelen Ukraynalıların savunduğu dünya ile onyıllardır Sykes-Picot-Lozan Yakındoğusunun Ulu(s)-devletlerinden kavulan milyonlarca Kürdün derdi aynı derttir. Batı, Kürtlerle Ulu-devlet İddialarının Dünya Düzenini tehdit eden risklerini kavramadı, Ukraynalıların trajedisinin bu riskin tüm boyutlarının neler olduğunu anlamaya faydası olabilir.
Dünya Düzeninin Değişmeye ihtiyacı var. Bu ABD’nin, 20.yüzyılın başında gerçekleştiremediği Ulusların tam özgürlüğü ilkesi olarak Eski imparatorlukları tamamen ortadan kaldıracak olan Uluslararın kaderlerini tayin ilkesini bütün dünya için universal bir ilke olarak kabul etmektir. Uluslararası ilişkiler Ululsların eşit olarak oluşturmuş olduğu bir ilişkiler sistematiği olduğu zaman ancak, sağlam, istikrarlı, özgürlük ve barışın dünyası olabilir.
Dünyanın bölgelere göre paylaşılıp ve bu Bölgelerin hakimiyeti ve hegemonyasının çerçevesi otoriter ve anti-demokrasi olan Büyük Devletlere bırakılması Dünyanın Yeni Ortaçağı olacaktır.
Ulusların, kimliklerin özgünlük ve özbilinçlerini hiçe sayan, onları kendileri için olmayan Makro kimlik Söylemleri doğrultusunda manipüle ve entegre eden “Büyük Devlet” oyunlarına karşı Dünya’nın Yeni bir Özgürleşme Dalgası başlatma tarihsel etik sorumluluğu ile karşı karşıyadır.