Bilindiği gibi, AK Parti, MHP'yi de yanına alarak, zaten oldukça otoriter olan Türk egemenlik sistemini, "Cumhurbaşkanlığı Sistemi" adı altında, "Tek adam sistemi" olarak, her alanda daha da otoriterleştirmek istiyor. Bu amaçla Türk Parlementosu'nda, ale acele gerçekleştirilen Anayasa değişiklikleri, olaganüstü hal eşliğinde, muhtemelen önümüzdeki Nisan ayı içinde, referandumla halk oyuna sunulacaktır.
Açıktır ki, bu durum, zaten otoriter özellikleriyle belirlenen Türk egemenlik sistemini, genel olarak daha da otoriterleştirecek; özellikle sistemin "ötekileri"nin başında gelen (ve dolayısıyla aynı zamanda demokratikleşmenin de belli başlı dinamikleri durumunda olan) Kürtler ile Alevilerin durumunu her bakımdan daha da kötüleştirecektir.
Türkiye nüfusunun yaklaşık üçte birini kapsayan bir sorun olması nedeniyle Kürt ulusal sorunu, daha başındandan beri sistemin otoriterleşmesini karekterize eden temel bir sorun olagelmiş ve günümüzde bu karekter, gerek uluslar arası ve gerekse bölgesel olarak da, açıkça, anti-Kürd bir nitelik kazanmıştır. Türklere özgü olan bu sistemin sahipleri (AK Partisi, MHP'si ve CHP'si ile), sadece iç politikalarını değil, dış politikalarını da gerek uluslar arası ve gerekse de bölgesel bazda, Kürd ve Kürdistan karşıtlığı üzerinden tesis etmeye, yürütmeye çalışmaktadırlar.
*****
Tüm bunlar, Kürt ulusal hareketi olarak son yıllarda özellikle ifade ve örgütlenme özgürlüğü alanlarında görece oluşan daha elverişli siyasal koşullarımızın, beklentilerimizin aksine, daha da zorlaşıp kötüleşeceğini, zaten yasallıktan çok, belli bir güç temelinde fiiliyata dayanan siyaset imkan ve alanımızın, yine hayli daralacağına işaret ediyor. Bu, önümüzdeki yakın dönemde, ulusal mücadelemizde ifade özgürlüğümüzün oldukça kısılacağı ve özellikle örgütlenme ve mücadele tarzımızın da zorlaşıp dolasıyla da radikalleşeceği anlamındadır.
Kürd ulusal hareketi, milletperwerleri, aydın ve entellektüelleri, refarandum sorununa bu perspektifle bakmalı; belli bir tartışma sonucunda, mümkün olduğunca hem sistemin siyasal ve kültürel entegrasyon planlarını bozan hem de siyasal mevzilerini koruyarak, kendi uluslaşma bilinçlerini doğrultup arttıran ve dolayısıyla ulusal güç ve birliklerini pekiştiren bir politik taktik izlemelidirler. Böylesi politik bir taktik, otomatik olarak, hemen veya süreç içinde, sistemin daha da otoriterleşmesinin aksine demokratikleşmesine hizmet edecektir.
*****
Konu, uzun boylu tahlil gerektirmeyecek kadar açıktır. Türk Anayasa referandumunda "Evet" demek, Kürdperwerlikle hiçbir şekilde bağdaşmamaktadır. Geriye "Hayır" ve "Boykot" alternatifleri kalmaktadır. İzlediğim kadarıyla bugüne kadarki tartışmalarda "Boykot"u savunanların temel argümenti, oy kullanmanın sistemi meşru görmek anlamına geleceğini ve yanı sıra Devlet'in, PKK'nin entegrasyonist siyasal anlayışı ve uygulaması sayesinde sürdürmekte olduğu entegrasyon planını/uygulamasını güçlendireceğini yolundadır.
Politik paradigmasını,Kürtlerin belli kültürel haklarla Türk toplumuna entegre edilerek (uzun vadede Türkleştirilerek) Türkiye'yi demokratikleştirmeye indirgeyen PKK ve çevre örgütlerinin aksine, "Boykot"u savunan kesimler/arkadaşlar, Kürd ulusal mücadelesiyle Türk toplumunun demokratikleşme mücadelesi arasındaki genel olarak doğru orantılı olan politik ilişkiyi önemsemeyen bir anlayış ve tutum sergiliyorlar. Politik içeriğinden bağımsız olarak sistemle ilişkilenmenin tüm biçimlerini neredeyse yanlış görüyor ve red ediyorlar.
Türk egemenlik sistemininin egemenliği altında sürdürmekte olduğumuz siyasi, sosyal ev ekonomik ilişkilerimizin gerçekliği böyle midir?...
Keşke konu bu kadar açık, yalın ve basit olsaydı....
İdealist olduğu/davrandığı oranda, politik olma özelliği de zayıflayan bu anlayış ve tutum, bizde de dünya da bilinen/yaşanan bir anlayış ve tutumdur. Günümüzde, Türk Devleti'nin planlamasıyla PKK üzerinden Kürt ulusal hareketinde yaşanmakta olan entegrasyonist politikanın etkinleşerek yaygınlaşması, özellikle Kuzey Kürdistan'da konuyla ilgili hassasiyetleri, kaygıları/eğlimleri haklı olarak arttırmış da bulunuyor.
Bu nedenle "Boykot" diyenleri tümden bir torbaya koyarak "Aslında 'Evet'e hizmet etmekle" suçlamak, gerçekliği yansıtmayan kolaycı bir yaklaşımdır.
Bu tartışma konusu, yani genel olarak politik idealler/amaçlar ile, yaşanmakta olan gerçeklik içinde var olan olanaklar arasındaki ilişki, özel olarak da Kürd ve Kürdistan'ın kurtuluşu ile Türkiyenin demokratikleşmesi arasındaki ilişki, hele de Türk egemenlik sisteminin anti-Kürd karekterli politikası koşullarında iki tarafı da keskin olan bir bıçaktır. Diğer bir ifade ile bu ilişkiyi doğru bir temelde götürmeyi başarmak, Sırat Köprüsü'nde yürümeye benzer. En ufak bir sapma, aynen PKK'de olduğu gibi, ya kendi elininizi/dalınızı kesersiniz, ya da kendinizi Köprü'nın altından geçtiği söylenen Velvel Deresi'nde bulursunuz.
Bu nedenle özellikle biz Kürtlerin politikamızda sistemi meşrulaştırıp onun içinde erime anlayışından/tutumlarından özenle kaçınmamız gerekiyor. Ancak bu tehlike ve kaygılar çok aktörlü, etkenli ve dolayısıyla da karmaşık denklemli olan politik süreçleri, görece konjonktörel, reel taktiklerden arındırarak, ideal, pirü-pak tutumlarla yürütmeyi gerektirmez. Böylesine politaka da denmez...
Doğru politik anlayış ve uygulama, belli bir anda/koşullarda olması gereken (ideal, temel amaç) ile, o anda var olan imkanlar bakımından olabilecek/gerçekleştirilebilecek olanı belli bir momente buluşturmak ve bu yöntemle sağlanacak ilerlemelerle adım adım ideal olana/temel amaca doğru ilerlemektir.
Diğer türlüsü, insanı piru-paklaştırabilir; ama politik ve örgütsel olarak doğmatikleştirip marjinalleştirir de...
*****
Tüm bunları göz önünde bulundurduğumuzda, "Boykot" diyenlerin kaygılarını dikkate alıp bu kaygıları etkisizleştiren "Hayır"lı ortak bir çözüm bulmak gerekiyor. Bu da, "Hayır"ın politik olarak daha anlaşılır bir biçimde gerekçelendirilmesiyle mümkündür.
Kürt ulusal hareketi bu gün de, yarın da; ulusal ve ülkesel varlığını ve buna dayalı temel haklarını içermeyen Anayasalara "Hayır" demeli; böylesi bir Anayasayı ve dayandığı temel kurumları (parlemento vs.) kendi kurumlarıymış gibi meşru görmemelidir. Bu paradigmaya ve perspektife dayalı bir politikayı açık açık söylemeli ve uygulamalıdır da.
Bu konuyla ilgili olarak Dünyamızdaki pratiklerin incelenmesinde, uzaklara gitmeye gerek yok; Güney Kürtlerinin politik mücadele sürecindeki "yerli" örnek yeterlidir:
Güney Kürtleri, özellikle I-KDP, kısa süreli belli kırılma dönemleri hariç; çoğumuzun yeterli görmediği "Irak'a Demokrasi, Kürdistan'a otonomi" sloganı/perspektifi ile de olsa, esasen Güney Kürdistanı kastederek, "Burası, biz Kürtlerin ülkesi Kürdistan'dır ve kendi anayasamız, parlementomuz, ordumuz, emniyet kuvvetlerimizle burayı biz yöneteceğiz" dediler ve bu perspektifi ısrarla ve titizlikle savunup uygulayarak doğru, güçlü bir ulusal bilinç yaratmakla kalmadılar; ulusal amaçlarından da asla sapmayarak, bizdeki sözde Çözüm Süreci'nde olduğu olduğu gibi, kandırmacalara ve entegrasyonist gelişmelere de meydan bırakmadılar. Nihayetinde, anılan açık ve kararlı perspektifle süren mücadele karşısında hayli sıkışan Saddam Rejimi, 1970'lerde kendileriyle anlaşmaya çalıştığında, O'na, öncelikle Irak Anayasası'nı "Irak'ın esasen Arap ve Kürtlerden oluşan iki uluslu bir devlet olduğu" biçiminde değiştirip, bunu Irak Parlemeontosu'ndan geçirmeyi bir ön şart olarak dayattılar. Rejim bu adımı attıktan sonra, 11 Mart 1970 Antlaşması'nı imzalanarak çözüm için diğer ayrıntıların görüşülerek kotarılmasına başlandı. Saddam Rejimi'nin kandırmaca tutumu nedeniyle bu başarılamasa da Irak'ın iki milletli bir devlet olduğu yolundaki kayıt, son antlaşmaya kadar Irak Anayasası'nda bir madde olarak kaldı ve süre içinde Kürtlerin mücadelesinin meşruiyetine hizmet etti.
Bu somut ve yerli örnek, hem bizim için, meşru olmayan rejimle ilişkiler açısından hem de ileride kandırmaca süreçler yerine gerçek anlamda çözüm süreçleri başlatmak istiyorsak; oldukça yol göstericidir. Kürt hareketinde neredeyse herkesin tekrar başlamasını istediği "Çözüm süreci", Taraflar, çözülmesi gereken sorunun temel tanımında anlaşmadıkça aynı akıbete yani kandırmacaya mahküm olacaktır.
Asıl konumuza dönersek...
Açıktır ki, PKK ve çevresiyle yukarıda belirtilen bir tutum ve perspektifle "Hayır" konusunda ve daha ötesinde ulusal birlik ve perspektif konusunda anlaşmak, şimdilik, mümkün görünmüyor. Geçenlerde, KCK ve çevresi adına konuyla ilgili olarak yapılan "Hayır" açıklaması, Kürtlerin hakları konusunda gevelese de, esasen Türk egemenlik sistemine değil, AK Parti'ye karşıtlıkla sistemi demokratikleştirmeyi amaçlayan bir açıklamaydı ve zaten başka türlüsü de beklenmiyordu.
Bu entegrasyonist anlayışa/tutuma rağmen, "Hayır" diyecek Kürtlerin ezici çoğunluğunun desteklesiği HDP oylarıyla birliklikte, "Hayır" oyları, Kürdistan'da toplam oyların çoğunluğunu teşkil ettiği oranda, sadece Türk egemenlik sisteminin daha da otoriterleşmesini engelleyici bir etki yaratmakla kalmayacak; içinde bulunduğumuz konjonktürde ulusal, bölgesel ve uluslar arası alanda hızla yaygınlaşıp yükselmekte olan Kürt ulusal davasının meşruiyetine ve dolayısıla uluslaşma bilincinin hızlanmasına da büyük katkılarda bulunacaktır. Kuzey Kürdistan çapında, "Hayır" oylarının çoğunluğu teşkil ettiği bir sonuç, süreç içinde, özellikle uluslar arası kamuoyu ve kurumlar nezdinde, kendi kaderimizi tayin etme ilkesini savunmamız ve kabul ettirme çabamız için, itirazı kabil olmayan etkili bir gerekçe teşkil edecektir.
Konu ile ilgili sorumlu ve yapıcı tartışmalara devamın umut ve dileğiyle...
06 Şubat 2017