Zafer Burakmak: Diyarbakır’a Büyü Yapıldı

.

Polislerin olay mahalline varması ile birlikte basından da birileri gelmiş büyük bir ajansın muhabiri kamerasını açıp çekimlere başlamıştı bile. Herkesten bir ses çıkıyor herkes bir yorumda bulunuyordu. Öyle ya binlerce çürümüş akrebin bulunduğu mezarlar nasıl yorumlanabilirdi ki!

Urfa Kapı’nın restorasyonunda çalışan işçinin bir gözü tepesini saran kara bulutlarda diğer gözü yere vurduğu kazmadaydı. Surun yamacına vurduğu kazma, topraktan kopardığının yarısını ayakkabılarının üzerine atıyordu. Gözünü bulutlardan ayıramıyor, kulağı gümbürdeyen gök gürültüsüne alışmaya çalışıyordu. Genç işçi, “şimdi yağmur yağacak, şu bulutlara bak. Bana yeri kazdırıyor herif” diye söyleniyordu. Her kazma sesine gök gürültüsü eşlik ediyordu. Diyarbakır bir başka kuşatılmıştı sanki. Bugüne kadar görmediği kadar kararmıştı bulutlar. Gök gürültüsü etraftaki işyeri ve evlerin camlarını titretiyordu. Bir kazma daha vurmuş, çıkardığı toprağı üstüne başına savurmuştu. Gözü yine yukarı kaydı. Heybetli sur duvarları daha bir heybet yüklenmiş, taşları daha bir kararmıştı sanki. Kara bulutları delermiş gibi göründü gözüne. Bir yerlere bir yıldırım daha düşmüş, yüz binlerce yıla kafa tutan Urfa Kapı’nın ihtişamını bir anlığına aydınlatmıştı. Bir kazma süresinde yıldırımın saldığı ses, sur duvarlarına vurup şehre yayıldı. Daha ikindi vakti bile gelmemişken akşam karanlığı çöküyordu sanki. Surların üst üste göğe yükselen taşları, ayrılacakmış gibi geldi. Gökten gelen her parlama taşların arasındaki boşluklara ışığını nüfus ettiriyor, her patlama sesi taşları oynatıyordu.

Korkmaya başladı genç işçi; “Bu ne lan!” Sözü göğeydi ama kazmanın vurduğu bir sertliğe denk geldi. Bakışlarını geri yere çevirdi. Bir kazma daha vurdu ama yok, sert bir şeye denk geliyor. Biraz daha ileriye vurdu kazmayı. “Taş her halde” dedi içinden. Alta getirdiği kazmaya yaslanarak oynatmaya çalıştı ama nafile. Etrafını kazdı biraz. Her vuruş önce tepesindeki surda, sonra da kızgınlıktan kararıp morarmış gökte yankılandı. Taşa gelen her darbe kıvılcımlar saçtı. Her kıvılcım göğü aydınlattı, bir yerlere düşen yıldırıma dönüştü. Kazmanın sert metalinden gelen darbe sesleri yankılanıp gökten yağıyordu sanki. Biraz daha yüklendikten sonra oynatabildi sert cismi. Evet evet bir taş. Biraz daha yüklenince çıkarabildi ancak. Simsiyah bir taş. Sur duvarlarında olduğu gibi kesilmiş ama rengi daha koyu, delikleri daha büyük. Bir kaç şimşekle daha iyi inceledi taşı. Üzerinde belirsiz bir şekil bulunan dikdörtgen bir taş.

Uzaktan ona bakan esnafı hiçe sayarak taşı çıkardığı çukura dizleri üstünde yumuldu. Eskimiş bir bez parçasını çekti hızlıca. Belki de altın bulmuştu. Bunca tarihe şahit bir şehirde bundan daha doğal ne olabilirdi ki? İşçinin heyecanını gören bir esnaf arkadaşına işaret verdi. Kulak kabarttılar hemen. Genç, bezi çekiştirdi. Esnaf pür dikkat onu izliyordu. Biri dükkânının kapısını kapatmıştı bile. Her hangi bir durumda atılmaya hazırdı. Dizleri üstünde çöken işçi birden bağırıp geri çekilince heyecanları daha bir artmıştı. Brandanın çekili olduğu sura doğru yaklaştı biri. Genç işçi alnını buruşturarak çukura bakıyor, nefes alışverişi heyecana mı korkuya mı kapıldığına dair bir işaret vermiyordu. Hipnoz olmuş gibi donakalmıştı. Yaklaşan kişiyi görünce kendine gelir gibi oldu. Adama bakıp “Abi bu ne?” diyebildi sadece. Çukura yaklaşan adam ise heyecanla eğilip baktı ve hemen geri çekildi. Arkasına dönüp arkadaşlarına anlamsız bir şekilde baktı sadece.

Yaklaşık yarım saat sonra çukurun etrafına büyük bir kalabalık çökmüştü. Üstelik diğer iki işçi de benzer çukurlarda aynı sahneyle karşılaşmıştı. Her çukurun başı kalabalık bir kitleye yuva olmuştu. Bölgeye gelen polis, kendine yol açmaya çalışıyordu. Çukurlara bakıp mırıldanan kalabalığı yarmak oldukça güçtü. Polislerin olay mahalline varması ile birlikte basından da birileri gelmiş büyük bir ajansın muhabiri kamerasını açıp çekimlere başlamıştı bile. Herkesten bir ses çıkıyor herkes bir yorumda bulunuyordu. Öyle ya binlerce çürümüş akrebin bulunduğu mezarlar nasıl yorumlanabilirdi ki! Evet, bir çukurda siyah olduğu anlaşılan yüzlerce akrebin birbirlerine yapışmış cesedi vardı. Diğer çukurdakiler sarıydı anlaşılan. Ortadaki ise beyaz akreplerden oluşuyordu. Yağmur yağdı yağacaktı. Ama kapkara bulutlar o kadar hızlı hareket ediyorlardı ki, yağdırmaya fırsat vermiyorlardı. Kara bulutları gördükleri manzaraya yoran kalabalık bir yandan inceliyor bir yandan yorum yapıyordu. Besmeleler, ezubillahlar, ayetel kursiler, dualar, sövmeler saymalar mırıldanıyordu.

Ne ki bunlar böyle?

Yuvaları mı acaba?

Ne yuvası, akrepler böyle kalabalık yuva yapmazlar ki?

Eeee ne o zaman bu?

Diyarbakır bu, tarih işte, Allah bilir nedir?

Bu şehirde çok gizli şey var abe çok!

Berekettir belki şehre.

Ne bereketi lan, iki yakamız bir araya gelmiyor, akrep ölüleri mi getirecek bereketi?

“Öyle deme” diyordu yanındaki, “Burada aldığımın iki katı maaşla geçinemedim ben İstanbul’da. Çok şükür burada yetiyor.”

Elinde kamerasıyla bir haber yakaladığını düşünen muhabir yorumları kayda alıyor, şaşırmış yüzlere zoom yapıyordu. Kadrajını kaydırırken açtığı tütün kabını serçe parmağıyla tutup sigara saran bir ihtiyara odaklandı. İhtiyar bir çukura bakıyor bir ahaliyi süzüyordu. Kalabalığın uğultusu, polisin dağılın bağırışları arasında bağırdı ihtiyar; “Büyü bu, büyü! Diyarbakır’a büyü yapmışlar.” Uğultu kesildi birden. Polisler durdu. Yüzler o tarafa döndü. Muhabir kameranın açısını düzeltti. Herkes durmuş yaşlı adama bakıyordu. Başına sardığı kefisi, uzun sakalı, sararmış bıyığıyla bilgelik kokan adam, etrafı süzdü. “Büyü bu, büyü” Sonra arasına tütün koyduğu yaprağı ağzına götürdü yavaşça. Herkesin ona baktığını, pür dikkat kesildiğini biliyordu. Ağır davrandı. Eliyle fazlalığı kopardı. Tekrar ıslatıp sardı sigarasını. Tabakasını yavaşça kapatıp cebine koydu. Cebinden çıkardığı çakmağı sigarasına götürmeden önce yine mırıldandı yavaşça “büyü bu, büyü”. Herkes devam etmesi için çatlıyor ama kimse “ne büyüsü?” diyemiyordu. Sigarasını yaktıktan sonra kalabalığa baktı. Nihayet konuşacaktı. Hafif bir öksürükten sonra başladı, “Eskiden birbirine düşman köyler, karşı tarafın toprağına akrep gömerlermiş. Toprakları zehirlensin, yeşerenler kararsın diye. Gündüzleri şen şakrak olan tarlalar geceleri sinsileşsin diye. Ağaçların gölgeleri rahat vermesin, kayaların yamaçları korkutsun diye.” Öksürdü yine. Kalabalık birbirine şaşkın şaşkın bakarak bekledi. “Çocukları koşturamasın, yerdeki bir taşı kaldıramasın diye. Büyü bu büyü! Birileri Diyarbakır’a büyü yapmış”

Adamın konuşması bitince sabırla bekleyen kalabalık hep bir ağızdan başladı yine uğultuya.

“Doğru la, baksana ne huzurumuz var bizim ne bereketimiz”

“Vay be! O yüzden iki yakamız bir araya gelmiyor”

“Bu kan bu savaş da o yüzdendir belki.”

“Ne belkisi oğlım, adam büyü diyor daha ne desin?”

“Kim yapmış ki böyle bir şeyi?”

“Ermeniler yaptı belki, giderken yapıp kaçtılar”

“Ne büyümüş la, iflahımızı kesti”

“Süryanilerde de büyü yok mu, belki onlar yapmıştır”

“Yahudiler gibi bu işi bilen var mı, bilmiyorum vallah!”

Muhabir kayda aldığı sözler karşısında hem şaşırmış hem sevinmişti. Güzel bir haber yakalamanın heyecanı ile ayrıldı oradan. O haberini yazmaya giderken, haber şehirde yayılmaya başlamıştı bile. Herkes birbirine Urfa Kapı’da içi binlerce akreple dolu üç çukuru soruyor, yaşlı adamın söylediklerini tartışıyordu. Kadınların sohbet konusu, kahvehanelerin tartışma gündemi bu olmuştu. Şehre büyü yapıldığı, şehrin her sokağında evinde konuşuluyordu artık. İki gün sonra ulusal bir haber kanalında görüntülerle paylaşıldı olay. Başlık çarpıcıydı “Diyarbakır surlarında gömülü on binlerce akrep!” Detayları veren alt başlık daha da vurucuydu; Şehre büyü yapıldı!

Sonraki gün aynı kanal bir tartışma programında gündeme taşıdı yine. Doğaüstü konuları işleyen bir yazar, bir astrolog ve bir din adamı konuyu enine boyuna tartıştı. Şehrin konusu ülkenin gündemi olmuştu. Artık Türkiye’de bunu duymayan kalmamıştı. Gündem arayan kanallar saatlerce konuyu işliyor, görüntülerle birlikte tartıştırıyordu. Kimileri Diyarbakır Surlarının tarihinden, şehrin gizemlerinden bahsediyor, kimileri şehrin büyüye bağlanan sorunlarından dem vuruyordu. Bir diğer kanal yerel bir tarihçiyi de çıkarmış ve akreplerin neden toplu gömüldüğünü sormuştu. Ancak diğer konukların hararetli tartışmaları arasında kimin ne dediği anlaşılmıyordu bile. Zira konu artık siyasetin pragmatist merceğine tutulmuştu. Siyasetçiler, olayın araştırıldığını ve kimsenin kardeşliğimize halel getiremeyeceğini tekrarlıyordu. Bölgenin sorunları, konu etrafında dillendirilmeye başlanmış, herkes yaşlı adamın sözlerini tekrarlar olmuştu. Çarpıcı cümleler diziliyordu;

“Aynen öyle, bizi izleyen herkes bilmelidir; topraklarımız zehirlenmiştir.”

“Bakın bölgeye, emniyet diye bir şey yok on yıllardır. Sebebi daha net anlaşılıyor”

“ Kardeşliğimizi bu tarz büyüler de bozamaz, bunun da üstesinden geleceğiz”

“Sorunlarımız var elbet ancak kaynağını bulduktan ve çözüm yolu aradıktan sonra aşılamayacak bir engel yoktur”

Konu ülke gündeminde tartışıldıkta, muhabirin yüzü gülüyordu. Çektiği bir video yaptığı bir haber, ülkenin gündemine oturmuş, tüm sorunlar etrafında tartışılır olmuştu. Ancak o haberin devamını kolluyor, yaşlı adamla bir röportaj yapmak istiyordu. Urfa Kapı esnafına uğrayarak, yaşlı adamı sordu. Benu Sen tarafında bir yeri gösterdiler; “O köşede tütün satar abe”

Yaşlı adamın yanına gidince küçük eski televizyonunda bir tartışma programını izlerken buldu. Yine gündem maddesi aynıydı; Güneydoğu’da büyü mü yapıldı?

Selam vererek girdi içeri. Gülerek karşıladı yaşlı adam, bir çay koydu titrek eli ile. “Dayı, görüntünü görüyorsun meşhur oldun” dedi muhabir. Yaşlı adam gülümseyerek salladı başını. “Bir röportaj yapalım he? Bu büyü nedir nasıldır?”

Yaşlı adam gülümseyerek başını sallıyordu. Sararmış dişleri göründü iyice. “Oğlum ne büyüsü, ne hali?” dedi sadece. Şaşırdı muhabir, “nasıl yani?”

“ Etrafa baktım herkes şaşırmış, herkes bir cevap arıyor. Her biri istediği yöne çekiyor. Birbirimize girmeye meyyal insanımız bunu bir tartışmaya dönüştürecek. Doğruyu söylesem de kimse inanmayacak ben de bir hikaye uydurdum.”

“Nasıl yani?” diyebildi muhabir. “Hani köy düşmanlık falan”

“Oğlum ne köyü ne düşmanlığı? Yapan varsa da ben bilmiyorum. O akreplerin aslını da bilirim. Ama söylesem de kimse inanmayacaktı. Olağanüstü olduğuna o kadar inanmıştı ki kalabalık, normal bir hikâye kesmezdi. Herkes bir hikâyesini uyduracağına ben bir tane uydurayım dedim. Ha benimki daha iyi oldu. Kötülüklerin, pisliklerin kaynağı bulundu. Baksana tüm Diyarbakır konuşuyor, tüm ülke konuşuyor. Herkes rahatlamış, meğer bu kadar pisliğin müsebbibi biz değilmişiz diye rahatladılar. Meğer birileri bize bunu yaptırmış.” Başını hafif eğerek küçük bir çocuk heyecanıyla devam etti, “Belki böyle barışırız da, he, ne dersin. Helalleşiriz.” Sonra ciddileşerek ayağa kalktı, “haydi genç dostum sen de beni daha fazla rezil etme, sen işine bak ben de namaza gideyim.” Muhabir şaşkın şaşkın bakıyordu. “Tamam akreplerin aslını biliyorum dedin. Aslı ne o zaman?”

Yaşlı adam eliyle surları işaret ederek anlatmaya başladı; “Eskilerde bu şehirde akrep çoktu. Siyah akrepler, beyaz akrepler, sarı akrepler bini bir para. İnsanlara, hayvanlara zarar verince akrep avına çıkmış ahali. Hatta dönemin yönetimleri ölü akrep getirene kelle başı para vermiş. Babamın topladığı da olmuştur. Yevmiye gibi saatlerce akrep avlayıp ölüsünü götürürdü. İşte toplanan o akrepler de şehrin dışına böyle gömülürdü. Buldukları da o çukurlardan bazıları.” Ayağa kalkmış ceketini giyerken söylüyordu bu sözleri. Muhabiri dışarı çıkarınca tembihledi yine “Sen yine de büyüyü bozma, bırak böyle bilsinler. Bir düşman buldular birbirlerini unuturlar belki”

Muhabir, tüm ülkedeki ahali gibi büyülenmiş bir şekilde ayrıldı oradan.

Kurdistan Haberleri

Üçüncü Dünya Savaşı - Arzu Yılmaz*
Eğer Danielle Mitterrand bugün burada olsaydı
Myles Caggins: Kürdistan petrolünün yeniden ihracatı için birçok adım atıldı
Dersim ve Ovacık belediyelerine kayyum atandı
Mesud Barzani: Her türlü barış girişimine destek veriyoruz