Mehmet Gül

Mehmet Gül

Yazarın Tüm Yazıları >

Türkiye Nereye?

A+A-

Son bir aydır Türkiye, dünya gündeminin birinci sırasında yer alıyor. Başarısız darbe girişiminin ardından merak edilen başlıca konu, Türkiye’nin, bundan sonra ne yönde seyredeceğidir.

Çünkü Türkiye, darbe girişimi esnasında ve sonrasında, olası “stratejik ortak”ları hariç, “dost” bildiği hemen bütün ülkelerden beklediği “dostane” yaklaşımı göremedi. Yakın bir geçmişte Başbakan Yıldırım, Ankara’da Yabancı Ülke Maslahatgüzarlarına verdiği bir resepsiyonda, bu şikayetini dile getirdi ve hiç değilse bundan sonra Türkiye’yi desteklemeleri gerektiğini söyledi.

Birkaç gün önce de Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İ. Kalın, bütün dünya devletlerine seslendiği makalesinde aynı konuyu dile getirdi ve FETÖ ile PKK karşısında Türkiye’yi desteklemelerini talep etti.

Türkiye’de şahlanmış olan “Milli Birlik” cephesi, FETÖ’yü destekliyor  iddiasıyla başta ABD olmak üzere bütün Batı’yı hedef almışken dünyanın geri kalan kısmı, Türkiye’nin başına gelen bu “büyük felaketten”  bizzat kendisinin sorumlu olduğu kanaatini taşıyor. Çünkü Batı, bugüne kadar sergilediği tutumdan ötürü Türkiye’nin bir darbeye maruz kaldığı konusunda ciddi kuşkular taşıyor; yakın bir geçmişte  ABD eski Ankara Büyük Elçisi J.F. Jeffrey’in Hürriyet gazetesine vermiş olduğu demeçte, gayet açık bir şekilde, “Erdoğan adı geçen her konu ABD’de kuşkuyla karşılanıyor.” diyordu. Avrupa’da da durumun pek farklı olmadığını söylemek abartı olmaz. Özellikle Suriyeli mültecilerin Avrupa yollarına düşürülmesinden sonra… Herkesin bildiği bir doğru Erdoğan tarafından dile getirildiğinde derhal bir kuşku atmosferi oluşuyor ve bütün berrak görüşleri tartışılır hale getiriyor. Darbe girişiminin yeterince ciddiye alınmamasının  önemli bir nedeni budur.

Güven meselesi sübjektif bir konudur fakat somut olaylardan kaynaklanır

Uzatmadan belirtmek gerekir ki bugün, Türkiye ile “Batı” arasında  ciddi bir güven bunalımı sözkonusudur ve ne yazık ki kısa sürede telafi edilmesi mümkün görünmemektedir.

Çünkü güven, soyut bir kavram olmakla birlikte, somut olaylardan zuhur eder ve oluşması nasıl ki bellibir zaman ve olumlu pratikler gerektiriyorsa, tahrip olduktan sonra yeniden tesisi için de yeni somut tutumlar ve zaman gerektirir.

Erdoğan ekibi ile Batı arasındaki güvenin tesisi, esas olarak Orta-doğu siyaseti ekseninde “ortak çıkarlar” üzerinde meydana gelen pratik tutumlar neticesinde oluştu ve yine bu siyasetin yürütülmesinde tarafların farklı yollar izlemesiyle bertaraf oldu.

Türkiye, bizzat Erdoğan’ın belirtmiş olduğu gibi, BOP projesinin ‘’Başkan Yardımcısı’’ olarak angaje olduğu süreçte, tıpkı diğer bütün devletler gibi, bir müddet sonra, nalıncı keseri gibi kendisine yontmaya çalıştı; son günlerde iyice ayyuka çıkan Neo-Osmanlı özlemlerin depreşmesiyle de hüsrana uğradı. Bu durum, ister istemez, Batı (özellikle ABD) ile Türkiye’nin birlikte yürüyüşüne bir son verdi ve her bir devlet kendi meşrebince yoluna devam eder oldu.

Daha da önemlisi, Mısır ve Libya deneyinden sonra ABD, BOP projesinde hesap etmediği unsurlarınbeklemediği düzeyde öne çıktığını görünce, başlangıçta devirmeyi düşündüğü Esad yönetiminin yerine daha iyisini koyamayacağını gördü ve farklı bir yoldan ilerlemek adına, Rusya ile anlaşarak yeni bir konsepti hayata geçirmeye karar verdi.

Sürecin bu kısmında ABD, hala eski minval üzere yürümekte ve “Selahaddin Eyyubi Camiinde namaz kılmak”ta kararlı olan “stratejik müttefik”i Erdoğan’ın, kendi stratejisi önündeki en büyük engellerden biri olduğunu gördü. Bu nedenle ABD, 1 Mart Tezkeresi’nin akamete uğramasından sorumlu tuttuğu ‘ulusalcı ordu’engelini bertaraf etmek için nasıl Erdoğan ve ortakları üzerinden operasyon yaptıysa,  bu kez de pasifize etmek için karşısında Erdoğan ekibini buldu.

Bu nedenle hükümet çevreleri, 15 Temmuz darbe girişimi de dahil bir takım “açıklamaya muhtaç” olayların yanısıra Robosky, 17-25 Aralık, Fidan, MİT tırları, Zarrab’ın tutuklanması, Rus uçağının düşürülmesi, hatta Kürt Kentlerinin yerle bir edilmesine gerekçe gösterilen “hendek siyaseti” gibi olayları, arkasında ABD’nin oldğu FETÖ’nün hükümeti‘yıpratma’ ve ‘frenleme’ kapsamında değerlendiriyorlar.

Ayrışma konusu: Yeni statüko ve Kürdistan!

Mevcut durumda Türkiye ile ABD arasındaki en önemli anlaşmazlık konusu, Suriye özelinde öne çıkan Orta-Doğu’nun yeni statükosu ve Kürdistan meselesidir. ABD ve büyük oranda Batı, artık global çıkarlar temelinde hareket eden sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda verili statükoyu değiştirmek isterken Türkiye, ve onun yanında İran, Irak ve Suriye, sahip olduğu ayrıcalıklardan olmak istemiyor.

Bağımsız ya da Federe Kürdistan, ABD ve diğer devletler için yeni statükonun kurulması kapsamında gereklilik derecesinde ele alınırken, yerel egemenler bakımından bir beka meselesidir.

Bu nedenle, yerel egemenlerin kolay kolay geri adım atmayacağı açıktır fakat mevcut statükoyu korumaları da pek mümkün görünmemektedir… I. Dünya Savaşı’nın ürünü olan mevcut statüko, sahip olduğu jeo-stratejik önem ve zenginlik kaynakları itibariyle yeniden belirlenmek durumunda. Bu statükoya hapsedilen ve büyük oranda temel haklardan yoksun yaşamak zorunda bırakılan etnik ve itikadi grupların talepleri dikkate alındığında, değişim ihtiyacı sadece maddi ve jeo-stratejik olmaktan çıkmakta, ağırlıklı olarak insani unsurların devreye girdiği sosyal ve siyasal bir değişimi zorunlu kılmaktadır. Hiçbir köklü değişiklik olmasa dahi mevcut durumun idamesi için yerel egemen devletlerin, kendi varlıklarını sorgulayacak derecede, önemli oranda tavizler vermesi gerekmektedir.

Fakat bu konuda, gerek her bir devletin kendi otantik yapısı ve gerekse birbirleriyle olan ilişkileri artık yeterli esneklikte değildir; varlıklarını sürdürmek adına verecekleri her taviz, kuruluş mantalitesinin ciddi oranda dejenere olmasına ve tehlikeye girmesine neden olacaktır. Üstelik, birbirlerini belli yükümlülüklere tabi kılan Bağdat Paktı gibi örgütler çoktan yerle yeksan olmuşken, çıkar ilişkisine göre hareket etmelerini teşvik edecek “güven” unsurundan söz etmek saflık olacaktır. Daha önemlisi, her bir devletin bekası, bir diğerinin önemli ölçüde taviz vermesini gerektirir bir hal almıştır. Dünya devletleri aradan çekilse dahi yerel egemen devletlerin gözle görülür istikrarlı bir yapı oluşturmaları mümkün görünmüyor. Çünkü söz konusu devletler, yapısal olarak bu özelliklerini çoktan yitirmiş durumdadırlar. Gerek ekonomik ve gerekse siyasal, kültürel, ahlaki bakımdan, dünyanın mevcut gelişimine uyum sağlamaları bir hayli ”fedakarlık” gerektirmektedir.

O halde sorun, esas olarak yerelden kaynaklanmakla birlikte, çözümü için dünyanın dışlandığı, çağdaş değerlerin dikkate alınmadığı, özellikle Kürtlerin haklarından mahrum bırakıldığı bir zihniyeti kesin olarak dışlamaktadır ve bu anlamda da esas mesele “Dünya” ile “Yerel” devletlerin  çıkarlarının uzlaştırılması sorunu olarak zuhur etmektedir. Bu tür sorunların nasıl çözüldüğü, daha önceki örneklerde olduğu gibi, gayet açıktır: zor yoluyla ya da güç dengelerini hesap ederek makul davranış biçimlerini tercih edecek “akıllı” politik öncüler vasıtasıyla, muhtelif barışçıl yöntemler kullanmak suretiyle, herbir ulusal, etnik ve itikadi grubun “tahammül edilir ölçüde” kabul edebileceği belli bir “çözüm biçimi”ni tesis etmektir.

Tercihler, yöntemleri belirler.

Tam da bu noktada sorun, ne yazık ki bölgenin sömürgeci devletlerinden kaynkanmakta ve yaşayıp geldiğimiz yüzyıllık bir süreç boyunca işe yarar bir girişimde bulunmayan bu yapıların yeni yönelimleri de umut vermemektedir. Söz konusu devletlerin, mevcut durumda tercihlerine baktığımızda bu olumsuz yaklaşımların devam ettiğini, diplomatik ilişkilerinin temeline Kürdistan meselesini koyduklarını rahatlıkla görebilmekteyiz. Türkiye’nin son birkaç yıllık dış politikasına bakıldığında bu irrasyonel durum net bir şekilde görülebilmektedir.

Orta-Doğu ve Kürdistan’a ilişkin dünyanın tavrını bilen Türkiye, taviz vermeden, bu süreçten herhangi bir kayba uğramadan çıkmak için, şu ana kadar bağlaşığı bulunduğu Batı cenahından uzaklaşmak yönünde sinyaller veriyor.

15 Temmuz’a kadar “düşmanları azaltmak, dostları çoğaltmak” olarak ifade ettikleri fakat özü itibariyle bölgede en etkin aktörler olan İsrail ve Rusya ile ilişkileri yeniden hal yoluna koymayı amaçlayan politik açılım, darbe girişiminden sonra, yeni düşmanlar edinmek pahasına, statükoyu korumak konusunda kendisiyle aynı amacı güden güçlere angaje olmak şeklinde gelişti. Başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere, “milli ittifak”ın yeni üyeleri, eski Ergenekon sanıkları ulusalcılar, NATO dahil olmak üzere Batı’nın bütün kurum ve kuruluşlarından çıkmayı, mümkünse Şangay Beşlisine katılmayı, değilse Avrasya eksenli bir siyaset oluşturmayı savunmaktadırlar. Fakat hem NATO gibi ciddi bir askeri örgütün üyesi olan ve hem de ekonomik olarak uluslar arası sermayeye bağımlı olan bir Türkiye’nin ‘’Batı’’dan kopuşunun kendi tercihlerinin ötesinde bir zorluk taşıdığını bilmektedirler.

Darbe girişimiyle birlikte bu stratejik değişikliğin belli bir maddi temeli de oluşmuş oldu; ABD ve Batı’nın dünya siyasetiyle uyumlu politika yapan devlet kanadının tasfiye planı, evveliyatı olduğu anlaşılan bir hazırlık merhalesinden sonra, darbe girişimi fırsat bilinerek devreye sokuldu. Türkiye, uluslararası politikasını değiştirmek ve bu konuda bir hayli kararlı olduğunu göstermek için, kendi içindeki “işbirlikçi” kanadı tasfiye etmekle işe başladı. Darbe girişimi olmasa da bu hamlenin yapılacağı, Davutoğlu’nun görevden alınmasıyla görünür hale gelmişti. Davutoğlu’yla birlikte Batı ile girilen yeni ilişkiler, özellikle Terörle Mücadele Yasası’nda yapılması muhtemel değişiklikler ve buradan açılacak kapı, Erdoğan ve yeni müttefiklerinin geleceğe ilişkin planlarının hilafına bir süreci başlatma ihtimali taşıyordu. Muhtemeldir ki Davutoğlu’nun tasfiyesi, zaten hedef haline getirilen Fetullahçı kanadın darbe yapmaya hazırlandığı bilgi notuyla Erdoğan’a ulaştırılarak hızlandırıldı. Bir gece içinde binlerce kişinin görevden alınması başka türlü izah edilemez. Ve yine muhtemeldir ki Davutoğlu’nun sessiz sedasız bir kenara çekilmesinin fakat darbe gecesi en öne çıkarak abartılmış davranışlarla Erdoğan’ın yanında yer almasının nedeni, kendisinin, Fetullahçılara mal edilerek terk edilen ve kınanan bütün eylem ve politik tutumlarla ilişkilendirilebileceği düşüncesidir.

Her kapının açılıp-kapanmasında adeta bir maymuncuk olarak kullanılan FETÖ metaforu, henüz politik kanadın dizaynı amacıyla kullanılmadı; buraya varıldığında kimlerin siyaset dışına itileceği henüz belli değil fakat Erdoğan’nın ihtiyaçları dikkate alındığında, topun ağzında, başta eski Cumhurbaşkanı Gül olmak üzere birçok eski AKP yöneticisinin olduğunu söylemek abartı olmaz.

Görünen odur ki devlet, Erdoğan’ın liderliğinde, Kürtleri ve Alevileri dışlayan yeni bir “Milli Birlik”cephesini inşa etmekle görevlendirilmiş Yıldırım vasıtasıyla, başarılı olması kuşkulu bir sürece girmiş durumda. Çünkü hedeflenen, şimdilik “uzlaşı” üzerinden yürütülen “hükmetme” ve “devleti onarma” işlemi, hayatın gerçekleri gelip kapıya dayandığında ayakta kalması kuşkulu bu uzlaşıyı idame ettirmenin tek çaresi olarak toplumu Erdoğan başkanlığında “milli hükümet”e ikna etmek ve gelecek adına hayata geçirilecek bir çözüm planı olmadığı için, zaten herkesin muzdarip olduğu otoriter eğilimi daha da güçlendirmek ve böylece zor yoluyla sorunların çözümünü değil, bastırılmasını sağlamaktır. Bu mızrağın yöneldiği en belirgin hedef de Kürt meselesidir…

Bu tarzın hayat bulması için, şimdilik “milli birlik” kısmı halledilmiş görünüyor fakat daha da gerekli olan, uluslararası düzeyde destek ve artık bütünlüğünden sözetmenin bir hayli tartışmalı olduğ “ülke” sathında herkesin üzerinde uzlaştığı ortak bir gelecek tasavvuru ne yazık ki yok! “Yeni milli mücadele”, “işgale karşı topyekun direniş!” vb. motive edici şiarlar, dünyadan tecrit olmuş bir yöneticinin siyasal ikbali bakımından anlaşılır argümanlar olabilir fakat bunların hakikatini aramaya kalktığında hükümet, ya da Erdoğan, gerçek anlamda bir işgalci kuvvet ya da düşman bir devlet göstermek zorundadır. Mevcut durumda, Türkiye sathında, ‘’bölücülük ve terör’’ argümanı şimdilik bir ‘’can simidi’’ işlevi görse de, böylesine tartışmasız bir “düşman” yok, ayrıca, savaş ilan edecek derecede bir devlet de ufukta görünmüyor. O halde hükümet ya savaşcak bir devlet bulacak ya da dahili alanda işgalci statüsüne oturtacağı bir yerli düşman icat edecek. Bunlar olmadan, ne “yeni bir kurtluş savaşı” ne de “işgal karşısında topyekun bir direniş” para eder. Ayrıca, bütün bunları yapabilmesi ve başarıya ulaşması için bir de ‘uluslar arası mihver kuvvet’e ihtiyaç var. Anlaşılan Türkiye, Rusya şahsında bu ‘mihver kuvvet’i bulmuş olduğuna inanıyor!

Rusya ne kadar stratejik müttefik olabilir?

Türkiye’nin girmeyi düşündüğü bu “yeni yol”da güvendiği en önemli “müttefik” ya da “yeni stratejik ortak” Rusya, sanıldığı kadar kollarını açmış, Türkiye’yi kucaklamaya hazır, hevesle bekleyen bir alıcı gibi davranmadı. Ziyaret öncesi Erdoğan’ın yaratmak istediği iyimser hava, ziyaret ertesinde derin bir sessizliğe büründü. Böylece Erdoğan, devletler arasındaki ilişkilerin güncel hevesler üzerinde yükselmediğini, sanıldığı gibi bir günde bozulup bir günde yeniden eski haline gelmeyeceğini öğrenmiş oldu. Karşı tarafa koşulsuz teslim olmaya hazır olsanız bile, bunun gerçekleşmesi belli bir ‘zaman’ ve ‘mekan’ gerektirir. Şu anda, her ne kadar FETÖ üzerinden yürüse de yakın bir gelecekte, büyük bir ihtimalle Kürtleri hedefe alacak olan “yeni yönelim”in “iç ayağı” hazır gibi görünse de uluslar arası ayağında ciddi bir sorun olduğu açık. Çünkü Rusya, statükocu devletlerle hareket etse dahi, en az ABD kadar Orta-Doğu’nun stratejik pozisyonu ve doğal kaynaklarıyla ilgilidir ve bu nedenle ‘yerel güçler’ söz konusu olduğunda Kürtleri görmezden gelecek kadar kör değildir. Diyelim ki Kürtlere yardım etmez fakat bölgesel güçlerin planları doğrultusunda bir halkın ebediyen köleliğe mahkum edilmesinde payanda olmayı göze alamaz. Rusya, Türkiye’nin, ateşten kestaneleri almak için kendisine ihtiyaç duyduğunu gayet iyi bilmekte ve bu nedenle sakin, ‘intikam, soğuk yenen bir yemektir’ sözünden hareketle, Türkiye’nin neler vereceğini bekleyip görmek isteyecektir.

Görünen odur ki, Türk–Rus ilişkileri açısından tarafların farklı önceliklere sahip olması, görüşmelerin kaderini belirlemiş oldu. Türkiye, Rusya ile yaşadığı problem nedeniyle ciddi ekonomik kayıplara uğradı. Neredeyse Rusya’ya göre örgütlenen koskoca bir bölge, ve enerji temini bakımından ise bütün bir Türkiye, Rus uçağının düşürülmesinin ardından uygulanan yaptırımlar neticesinde iflas etmenin eşiğine geldi. Bu tehlike bütünüyle atlatılmış değil; ekonomik veriler, eğer Batıyla yeni sorunların boy vereceği bir çatışmalı sürece girilirse, büyük ekonomik bunalımın kaçınılmaz olduğuna delalet ediyor. Devlet Tiyatroları’nın ekonomiye katkı olsun diye satış listesine konması, hükümetin yapabileceklerinin ne kadar kısıtlı olduğunu gösteren önemli bir veridir!

 Diğer yandan Türkiye, Rus uçağının düşürülmesinin ardından, daha önce kısmen ilişki içinde bulunduğu “Suriye muhalefeti” ile neredeyse temas edemez oldu. Daha da önemlisi, ABD’nin fiili desteğiyle YPG merkezli Suriye Demokratik Muhalefeti bırakalım Fırat’ın batısına geçmeyi, Menbic’i dahi IŞİD’ten temizledi ve Kürt faktörü, bütün dünya nazarında, Suriye somutunda bulunabilecek herhangi bir çözümün mihenk taşı konumuna yükseldi. Türkiye, tam da görmek istemediği bir durumu, hala ne olduğu muamma ‘stratejik derinlik’ politikasıyla bizzat kendisi yaratmış oldu! Bu iki konu, Türkiye bakımından Rusya ile anlaşmanın, yeniden eski güzel günlere dönmenin en büyük motive edici faktörüydü. Bu nedenle büyük bir hevesle başladığı görüşmelerden, yerine getirmesi gereken yeni ev ödevleri koltuğunun altında geri döndü. Şimdi, Rusya’nın verdiği ev ödevlerini çalışmak, yeniden eski günlere dönmek için güven tesis edici adımlar atmakla meşgul.

Çünkü Rusya, kendisi de ekonomik ilişiklerden etkilenmiş olsa bile, Türkiye’ye sanıldığı kadar muhtaç değildi. Türkiye’nin Suriye politikasını değiştireceği yönünde vermiş olduğu işaretleri de yeterli bulmadı. Şangay Beşlisine katılmak ya da stratejik anlaşmalar yapmak gibi konularda da Rusya pek hevesli davranmadı. Çünkü Rusya, ayakları havada bir siyaset izleyerek gelmiş olduğu yerin bilincinde olmayan Türkiye kadar hayal-perest değildi ve istese bile Türkiye’nin Batı Bloğundan kolay kolay çıkamayacağını biliyordu. Bu nedenle Rusya, kendisine iltica etmeye hazır Türkiye gibi yönünü kaybetmiş bir ülkeyle, ABD ve AB ile ciddi sorunlara sebep olabilecek bir ilişkiye girmenin olumsuz sonuçlarını gördü ve sözlere değil eylemlere önem veren bir devlet olduğunu göstermiş oldu. Rusya, bir yıl öncesine dönmek için Türkiye’den, hiçbir şart ileri sürmeden ve yardım talebinde bulunmadan, başta Suriye olmak üzere Orta-doğu’da kendisini zorlayan bütün siyasi atraksiyonlardan imtina etmesini görmek istediğini ve bunların sözden eyleme geçtiği andan itibaren ancak mantıklı görüşmelerin yapılabileceğini açık ve net, Erdoğan’ın anlayabileceği şekilde deklare etmiş bulunmaktadır. Bu şu anlama geliyor ki Rusya, artık taviz verilerek kazanılacak konumdan düşmüş bir devlet olan Türkiye’yi, yeterli ölçüde denetlenebilir ve kontrollü kullanılabilir bir araç durumuna getirmeden, yeniden kendi alanına girmesine izin vermeyecektir. Çünkü Türkiye, ödün verilerek kazanılması gereken bir ülke değil, alana girmesine izin verilmesi gereken ve bunun için de oldukça yüksek ödünler vermesi gereken bir ülkedir!

Kesinlik ve Olasılıklar

Şu anda Türkiye’nin yönelimi için kesin olarak belirlenebilecek hareket noktası, anti-Kürt siyaset ve bunun motive ettiği dış politikadır. Bu anti-Kürt siyaset sadece Kuzey’de değil, şu anda Güney-Batı’da ve gelecekte, Irak ve İran’ı yanına almak için, Doğu ve Güney’i de kapsayacaktır. İflas eden ‘stratejik derinlik’ politikası Türkiye’yi  ‘’evldeki bulgura’’ sahip çıkmaya yöneltmiş durumdadır. Girdiği bu ‘yeni yol’ gönüllü olarak tercih ettiği bir yol değildir, adeta mecburen girdiği bir yoldur. Pusulası da ‘Kürt gün yüzü görmesin’dir.

Bu konuda, mevcut durumda ‘içerde’ sürdürdüğü saldırgan politikayı Suriye sathında, ancak Rusya ile Esad’ın çıkarlarını kesin olarak gözetmek kaydıyla, yürütebilir. Bölge devletleriyle anti-Kürt yeni anlaşmalar ve geçici ittifaklar yapabilir. Örneğin İran ile daha yakınlaşabilir ve Güney’de aktüelleşen Bağımsızlık Referandumunu akamete uğratmak için eldeki imkanları kullanabilir. Bu faaliyeti süresince elleri mümkün olduğu kadar rahat hareket etsin diye İran-Esed-Rusya eksenine yakın durabilir ve etkilediği Suriye muhalefetini bir kenara bırakabilir ya da ‘yeni ortak çıkarlar’ temelinde yönlendirebilir fakat bütünüyle bu cepheye kayması olası görünmemektedir. Eski dış politikasını yürütmekte zorlanan Türkiye, yenisini de rahatlıkla yürütmeyecektir. Gerçekten de bu büyük güç, Orta-doğu’nun yeniden dizayn edilmesi için dün olduğu kadar etkin bir faktör olmaktan çıkmıştır ve tam da bu nedenle her bir tarafa, yeniden denklemde yer almak için, eskisinden daha fazla taviz vermek zorundadır.

Bunun birinci nedeni, gerek ekonomik ve gerekse politik - askeri olarak Türkiye, Batı blokunun önemli bir parçasıdır. Bu bloka elveda demesi bile yıllar alacaktır ki yakın bir gelecekte bundan söz etmek pek mümkün görünmemektedir fakat artık esikisi gibi de Batıya angaje olamayacaktır çünkü kendince tespit ettiği ‘milli beka’ refleksi ve buna uygun belirlemiş olduğu politika Batıyla oluşmuş mesafeyi korumakta, giderek arttıracak gibi görünmektedir.

Bir diğer faktör, belki de öncekinden daha etkin, artık eskisi gibi hükümet edemeyen Erdogan çizgisinin ciddi oranda darbe almış, klasik dış politikada ısrar eden Kemalist geleneğin neredeyse iktidar ortağı olmasıdır. Bu kesim içinde yer alan pek önemli olmayan bir grup, her ne kadar Avrasya merkezli bir politika izlemeyi tercih etse de ana akım Batıcılar, geleneksel eksenden uzaklaşmak konusunda en ciddi engeldirler. Anti-Kürt siyaset ‘Müslüman Türk Partisi’nin ortak paydasıdır, ayrıştıkları nokta, bu kapsamda ifadesini bulan çıkarlarının temini konusunda kiminle hareket edecekleridir. Ancak şöyle bir sorun var ki, kendilerinin karşıt olarak gördükleri ABD ile RUSYA, Orta-doğu konusunda ‘birlikte hareket etmek’ niyetinde olan taraflardır ve alt grupların politik çıkarlarına alet olmayacak kadar tecrübeye sahiptirler. Türkiye’nin Batı ile Asya arasında gidip gelmeyi ifade eden ‘sarkaç’ siyasetini, tıpkı ‘stratejik derinlik’te olduğu gibi, yutmayacaklardır.

Ve nihayetinde bir diğer önemli etken, Türkiye, sadece ‘yerli ve milli’ unsurların eğemen olduğu bir ülke değildir; mevcut varlığıyla ilişkide olduğu Batının kendisidir de. Kürt meselesi konusunda Türkiye’ye belli tavizler verebilir, şimdi verdiği gibi fakat bu devasa varlığın elinden kayıp gitmesine seyirci kalacağını sanmak, uluslar arası politika ve çıkar ilişkilerinden bihaber olmak demektir.

Bizim tavsiyemiz, kazanacağını sandığı bir savaşa motive olan Türkiye’nin, evdeki bulgurdan olmamaya karar verdiği şu günlerde, bir kez daha görünen dünyaya gören gözlerle bakması ve baş düşman olarak gördüğü Kürtlerle barış içinde bir arada yaşamanın bir yolunu bulmasıdır, aksi takdirde telafisi mümkün olmayan büyük sorunlarla karşılaşacağını bilmesi gerekmektedir. 23.08.2016

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.