TÜSİAD'ın çıkışı: Alem harap, reaya perişan, hazine noksan

TÜSİAD'ın çıkışı: Alem harap, reaya perişan, hazine noksan

.

A+A-

Bahadır ÖZGÜR

TÜSİAD'ın çıkışı: Alem harap, reaya perişan, hazine noksan

Mesele; terörle mücadele diye İdil Kültür Merkezi’ni basmaktan ne ara Ayşe Barım’ın telefon rehberine gelindiği, madencilerin ölümünden hangi aşamada hatırı sayılır para ödeyip tatil yapmaya gidenlerin canından olmaya başladığı, Dilan Polat’ın falan malına kayyım atama yetkisinin nasıl bu kadar genişlediğidir.

Ne vakit TÜSİAD, toplumun geneline hitap edecek olsa, akla hemen 1997’nin Ocak ayında yayınladığı ‘Demokratikleşme Raporu’ gelir. TÜSİAD-iktidar ilişkilerinde bir kerteriz noktası gibidir bu rapor. Tarihi darbelerle malul büyük sermaye ilk kez Kürt sorunundan, askeri vesayetten, düşünce, basın ve örgütlenme özgürlüğünden, işkenceden, yargı ve anayasal reformlardan bahseden bir manifesto yayınlıyordu. O gün de kıyamet kopmuştu. Askerden, bürokrasiden, siyasal iktidardan tepkiler yağmıştı. Sosyalist solun içinde bile kafalar karışmıştı. Mesela; göz bebeği şairimiz Can Yücel, nihayet tarihsel misyonunu hatırlayan ‘devrimci burjuvaziyi’ selamlıyordu.

TÜSİAD’ın 97 manifestosu esasında dönemin paramparça siyasal ve toplumsal ikliminden güç alan bir özgüvene dayanıyordu. Krizler, çeteler, aydın cinayetleri, işkence, yolsuzluklar, Kürt siyasal hareketi karşısında panikleyen devletin kontra faaliyetlere sarılması derken, adeta bir ‘iç savaş’ görüntüsü içindeydi memleket. Ama aynı zamanda finansal liberalizasyonun hızlandığı, otomotive yapılan yeni yatırımlarla sanayi sermayesinin teknolojik atılım yaptığı ve AB pazarına bağlandığı bir değişim dönemiydi. Bu değişimin diğer yüzünde ise arbitraj geliri, borsa, faiz-enflasyon sarmalı sayesinde yükselen yeni rantiye sınıfı, kamu kaynakları ile beslenen yandaşlar ile Anadolu’da bir tür korporatizmle holdingleşmeye başlayan Anadolu sermayesinin siyasal arayışları duruyordu. Yani sermayenin iç çatışmalarının, emekçi sınıfların yaşadığı derin huzursuzlukla çakıştığı bir momentti 90’lı yıllar.

Bu paramparça iklimde ekonomik atılım yapmış büyük patronlar, küresel rekabetin kurallarının Dünya Ticaret Örgütü, IMF, Dünya Bankası ve AB tarafından belirlenmesinin yarattığı rüzgarı da arkasına alıp, topluma bir ‘çıkış’ sunuyordu.

‘Demokratikleşme Raporu’ böylesi koşulların ürünüydü. Lakin tek bir yerinde bile ‘sistem çöktü’ denilmiyordu. Sistemin değişmesinin zamanının geldiği söyleniyor, Batı’nın kurallarının hakim olduğu dünyanın bunu gerektirdiği belirtiliyordu. Kapsamlı bir liberal reform listesi de istikameti işaret eden pusula olarak ortaya konuluyordu.

Şimdi ise çok daha radikal bir tona sahip olmasına rağmen ‘sistem çöktü’ çıkışı, ne 90’ların liberal rüzgarlarının, ne de 70’lerin cuntacılığının özgüvenini taşıyor. AKP hariç kimsenin dışarıda bırakılmadığı bir ‘kaygı yığınına’ dayanıyor.

Nedir bu kaygı? Nereden kaynaklanıyor? Ne oldu da aniden hepimizin derdiyle dertlendi patronlar?

Yeniden Demokratikleşme Raporu’na dönelim. Fakat bu sefer içeriğini değil, altındaki imzayı ve bir fikri hatırlamak için…

KAYGI YIĞINI: DEVLET-HALK İLİŞKİSİ NE HALDE?

Raporu kaleme alan kişi Anayasa Hukukçusu Prof. Dr. Bülent Tanör’dü. Rapor açıklanır açıklanmaz Rektör Kemal Alemdaroğlu’nun hışmına uğramış, İstanbul Üniversitesi’ndeki görevinden alınmıştı. 2002’de yaşamını yitirdi. Çoğu kimsenin zihninde ‘TÜSİAD raporunu yazan hukukçu’ olarak kaldı. Ancak Tanör’ün, 2003’te yayınlanan Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri başlıklı kitabının ‘ilk 100 sayfası’, TÜSİAD’ın bugünkü kaygısının kaynağına da işaret eden özgün bir analize sahipti: Devlet-halk ilişkileri.

Çağdaş siyasal bilim ve anayasa hukuku, devlet-halk ilişkilerine özgürlük ve otorite arasındaki çatışma ve bundan doğan dengeler sorunu olarak bakar. Tanör bizim tarihimize böyle bakmanın hata olduğunu söyler. “Devlet-halk ilişkilerini tartarken terazinin bir kefesine ‘adaleti’, diğerine ‘zulmü’ koymamız gerekir” der.

Nitekim Osmanlı’dan beri devlet-halk ilişkisinin mottosu bellidir: “Adalet mülkün temelidir.” Yani devlet egemenliğinin teminatı, adalettir. Osmanlı tarihçileri buna ‘hakkaniyet çemberi’ (Daire-i Adliye-yi Osmaniye) der. Çember şöyle döner: “Mülk ve devlet, asker ve devlet adamıyladır. Ve devlet adamı, mal ile bulunur. Mal, reayadan husule gelir. Reayanın ahvali adalet ile tanzim olunur.” Türkçesi şu: Asker olmadan devlet ve egemenlik olmaz; askere sahip olmak için servet gerekir; servet uyruklardan toplanır; uyruklar ancak adaletle refaha kavuşabilir; nihayetinde mülk ve devlet olmadan da adalet olmaz.

Ya çember bir yerinden kırılırsa?

Tanör, 16. yüzyıldan itibaren bunun yaşandığını ifade eder: Keyfi vergiler, eşkıyalık, can, mal, ırz güvenliğinin kaybolması, kadılar başta olmak üzere yerel yöneticilerin rüşvetçiliği, yolsuzluklar… Bunları engellemek için merkezden gönderilen eşkıya müfettişleri, silahlı birlikler bile kısa zamanda yerel eşraf, ağa, bey, mütegallibe ile bir olup köylünün tepesine biner. Hasılı, memleketin umumi manzarası merkezde keyfilik, yerelde keyfiliktir.

‘Hakkaniyet çemberi’ndeki bozulma halk deyişlerine de yansır: “Şalvarı şaltağ Osmanlı/Eğeri kaltağ Osmanlı/Ekende yoğ, biçende yoğ/Yiyende ortağ Osmanlı.”

Yalnız ‘hakkaniyet çemberi’nin ne olduğunu iyi anlamak önemlidir. Demokratik, hak ve özgürlükleri önceleyen bir işleyiş değildir. Devlet katletse de, ezse de, sömürse de, mala mülke el koysa da bunun kurala dayanmasıdır. Yani devletin zalimliği zulmetmesinden değil, zulmü niye yaptığının öngörülemez olmasından gelir. Tanör, artık devlet yönetiminin halka karşı suçlarının geniş ve özel bir kategori haline geldiğini anlatır. Bunun adı zulüm suçlarıdır!

İşte saray-enderun-yeniçeriden oluşan merkezi iktidarın güç matrisinden başlayıp yerelde ağa, bey, ayan, tımarlı sipahiye uzanan yönetim oligarşisinin işlediği zulüm suçları, bir sistem çöküşünün ifadesidir. 17. yüzyılda yaşamış Koçi Bey de Sultan Murat’ı yazdığı risaleyle uyarır:

“Velhasıl, Osmanlı saltanatının şevket ve kudreti asker ile, askerin ayakta durması hazine iledir. Hazinenin geliri ise reaya iledir. Reayanın ayakta durması adalet iledir. Şimdi alem harap, reaya perişan, hazine noksandır...”

***

TÜSİAD’ın geçmişini, iktidarla kurduğu ilişkileri, emekçi sınıfların karşısındaki en organize, en güçlü, en büyük patron örgütü olduğunu; haliyle özgürlük, hak, hukuk derken sınırı nereye çektiğini biliyoruz. Yarın söylediklerini yumuşatabilir, çark edebilir. Ama hiçbiri yaptığı çıkışın ardındaki kaygıyı yok edemez.

Zira mesele; terörle mücadele diye Okmeydanı’nda İdil Kültür Merkezi’ni basmaktan ne ara Ayşe Barım’ın telefon rehberine gelindiği, Soma’da madencilerin ölümünden hangi aşamada hatırı sayılır para ödeyip tatil yapmaya gidenlerin canından olmaya başladığı, Dilan Polat’ın falan malına mülküne kayyım atama yetkisinin nasıl bu kadar genişlediğidir. Kaygının kaynağı işte bu ‘hakkaniyet çemberi’nin bozulmasıdır. Zulüm suçlarının artık öngörülemez hale gelmesidir.

 

DUVAR 

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.