“VAR GİT ÖLÜM”: ÖLÜM RİTÜELLERİNE ANTROPOLOJİK BİR BAKIŞ BÖLÜM 2

“VAR GİT ÖLÜM”: ÖLÜM RİTÜELLERİNE ANTROPOLOJİK BİR BAKIŞ BÖLÜM 2

Ölüm, ölen kişiyi yakınlarından, eşinden dostundan, akrabalarından ayırır. Ölüyü defin ya da yakma için hazırladıkları süreç onların da olageldiklerinden koptukları, ancak olacaklarıyla henüz bütünleşemedikleri bir evredir.

A+A-

Sibel Özbudun

Van Gennep ve “Geçiş Ayinleri”

 

Hertz’in denemesinin Fransızca orijinali, 1907 yılında yayınlanmıştı. Arnold van Gennep’in, ritüeller konusundaki çığır açıcı kitabı Les rites de passage’ın orijinal baskısı ise, Hertz’den iki yıl sonra, 1909’da gerçekleşti. Van Gennep L’Annéé sociologique ekolünden değildi. Tersine, yaklaşımlarındaki katışıksız toplum-merkezcilik nedeniyle Durkheim’a sivri dilli eleştiriler yöneltirdi. (Thomassen 2016) Bu nedenle kaynaklar, Hertz ile Van Gennep arasında doğrudan bir ilişkiye gönderme yapmıyor. Ancak hemen hemen aynı tarihte ayinleri yapısal olarak irdeleyen yapıtları arasında rastlantıyla açıklanamayacak bir benzerlik söz konusuydu. Van Gennep, Hertz’in Endonezya ikincil gömü ayinlerinde saptadığı üçlü evreyi “geçiş ritleri” adını verdiği ve bir hâlden diğerine (mekân değiştirme, doğum, erginleme, tahta çıkma, evlilik, ölüm, mevsim geçişleri…) geçişe eşlik eden ayinlerde genelleştirmekteydi. Her “geçiş riti” van Gennep’e göre, her farklı yoğunluklarda vurgulanabilen üç evreden oluşuyordu: ayrılma, eşiksellik ve bütünleşme… Hertz’in Endonezya ölüm ritüellerinde saptadığı bir yapı. Koşutluk, olasıdır ki iki yazarın (olasılıkla Van Gennep’in L’Annéé sociologique çevresinden Marcel Mauss’la yazışmalarına dayalı) tanışıklığına dayanmaktadır.

Her durumda, Van Gennep’e göre (1981: 280) insanlar ve toplumlar, kimi toplumlarda kozmik geçişler, gezegenlerin devranı, ayın evreleri ile bağlantılandırılan ve insan yaşamını hayvansal ve bitkisel yaşamla ilişkilendiren bir dizi evreden geçmektedir. Bu geçişler toplumsal ve bireysel yaşam açısından tehlike yüklüdür: zararlı etkilerinden korunabilmek, ancak onlara eşlik eden ritüeller (geçiş ritüelleri) ile mümkündür. Ve yine Van Gennep’e göre geçiş ritleri arasında en dramatiği, ölüm ritüelleridir. (s. 18)

Van Gennep, ritüel “şeması”nı, yani her biri özgül bağlamda değişik ağırlıklarda sahnelense de tipik olarak “ayrılma/ eşik/ bütünleşme” üçlü evresini sergileyen ritüel yapısını, Durkheim’cı bir çerçeveden yorumlamaz. Yani ona göre geçiş ayinleri, geçişin (geçici olarak) ihlâl ettiği toplumsal düzenin yeniden tesisini sağlama işleviyle sınırlandırılamaz. Bu süreçler, “büyüsel-dinsel” olarak tanımladığı, teknik (törenler, ritler, kült) veçhesini büyünün oluşturduğu bir kuramın (din) biçimlendirdiği bir “zihniyet çerçevesi”ne yerleşmektedir[4]; bir başka deyişle “zihniyetler alanı”na tekabül ederler. Bu bakımdan da “sosyal”den çok “kültürel”e; ya da başka bir deyişle Tylor’un, Frazer’in ve 19. yüzyıl sonu, 20. yüzyıl başı evrimci antropolojisi (zihniyet evrimi: büyüsel-dinsel-bilimsel) ile 20. yüzyılın sosyolojik yönelimli antropolojisi arasında bir kesişmeye denk düşer.

Van Gennep’in Rites de passage’ının 8. bölümü, cenaze ritüellerine hasredilmiştir. Van Gennep bu bölüme, “ilk bakışta cenaze ayinlerinde en önemli evreyi ayrılma ritlerinin oluşturacağının düşünüldüğü, oysa incelemelerin bunun tersine işaret ettiği” saptamasıyla başlar. Van Gennep’e (1981: 210-211) göre çoğu kültürde cenaze ayinlerinin ayrılma evresi az sayıda ve son derece yalın ritlerle geçiştirilirken, eşiksellik evresi sürecin bütününden özerk bir karmaşıklık ve uzunluk arz etmekte; ölünün nihayet ölüler ülkesiyle bütünleştiği son evre ise katılımcıların en büyük önemi atfettiği momenti oluşturmaktadır.

Van Gennep, cenaze ritüellerinin genellikle birbiriyle eş zamanlı yürüyen ikili bir geçişe işaret ettiğini vurgulamaktadır: ölünün canlılar dünyasından ayrılarak ölüler diyarıyla bütünleşmesi süreci ve ölü yakınlarının tabularla çevrili olduğu ve normal yaşamdan koptuğu yas süreci.

Yas süresi, yas tutanın ölüye yakınlık derecesine ve ölen kişinin sosyal konumuna göre uzamaktadır. Ölenin statüsü ne denli yüksek, ya da yas tutan ölüye ne denli yakınsa, süre o denli uzamaktadır. (s. 213) “Yabanıl uluslar”da “yas”ın sonu, ölünün ilkin yerleştirildiği geçici mekânından (katafalk, kulübe, platform vb.) nihaî konumuna taşınmasıyla gelir. Ölü, “ölüler ülkesi”ne ancak etlerinden sıyrıldığı (Karaibler); etleri çürüdüğü (Madagaskar Betsileoları); yakıldığı (Hindistan Kol’leri) zaman kavuşacaktır. Van Gennep’in (1981: 217-19) aktardığı tipik bir örnek: Hindistan Kol’leri:

“1. Ölümden hemen sonra cesedi ‘ölünün topraktaki ölüler ülkesinin yolunu daha kolay bulabilmesi için’ yere koyarlar. 2. İblislerin onu yolculuğundan alakoymasını engellemek için cesedi yıkayıp sarıya boyarlar. 3. Bu sırada ölünün çevresine toplanan akraba ve komşular iç parçalayıcı feryatlar koyvermektedir. 4. Bundan sonra ceset kulübesinin yolunu bulamaması için ayakları önde, bir iskelenin üzerine yerleştirilir. Ceset taşınırken, aynı amaçla dolambaçlı yollar kullanılır. 5. Çocuklar ve genç kızlar cenaze alayına katılamaz; kadınlar feryat eder, erkekler susar. 6. Herkes elinde odun istifine atılmak üzere bir odun parçası taşır. 7. Odun yığınına pirinç ve ölünün cinsiyetine göre aletler yerleştirilir; ruh bedenin gölgesi olduğu için, yolculuğunda kullanılmak üzere ağzına pirinçten ekmek ve para konur. 8. Kadınlar çekilir ve odun yığını ateşe verilir. Ölünün geri dönmesini engellemek için sedye de yakılır. 9. Erkekler kömürleşmiş kemikleri toplar, bir çömleğin içine koyarak ölünün evine getirirler ve bir direğe asarlar. 10. Yol boyunca pirinç taneleri saçarlar, ölünün tüm önlemlere karşı geri dönme ihtimaline karşı, kimseye kötülük etmeden karnını doyurabilmesi için kapısının önüne yiyecek bırakılır. 11. Tüm araç gereçler, kirlenmiş sayıldıkları için, ölünün gizlenmesini önlemek amacıyla uzağa taşınır. 12. Kutsanmış bir yemekle ev arındırılır. 13. Bir süre sonra “nişan” ya da ‘ölünün yer altı ahalisiyle birleşme’ töreni yapılır. Evlilik şarkıları söylenir, dans edilir, çömleği taşıyan kadın sevinç sıçramaları gerçekleştirir. 14. Düğün alayı hâlinde müzik vb. eşliğinde ölü ve atalarının doğduğu köyün yakınlarına gidilir. 15. Çömlek küçük bir çukura gömülüp yanıbaşına bir taş dikilir. 16. Dönüşte bütün katılımcılar yıkanmalıdır. Ancak engelliler, kaplanlar tarafından öldürülenler ya da kaza sonucu ölenler vb. kötü ruhlar olarak kalacak ve ölüler diyarına ulaşamayacaklardır. Bu diyar, ataların yurdudur; yalnızca evlenmiş olanlar oraya erişebilir; bunlar zaman zaman yeryüzüne döner ve canları istediğinde, özellikle büyük ve büyük büyük ebeveynler ilk doğan torunlarında yeniden bedenlenirler.”

Van Gennep, farklı halkların ölüler diyarını kendi topoğrafyaları örneğinde tasarladığını kaydetmektedir: “ölüler adası” (Mısır, Asur-Babil, Antik Grek, Keltler, Polinezyalılar, Avustralya yerlileri…); surlarla çevrili bir kale (İbranîler, Babil); yüksek bir dağın tepesi (Dayaklar); dağın içi (Vedik Hintliler)… Her durumda ölü, nihaî ikametgâhına ulaşmak için bir yolculuk gerçekleştirmeli, yol boyunca kendisi için gerekecek nesneleri bulundurmalıdır. Bazen bir büyücü-şaman, imam veya rahibin yol göstericiliğine gereksinim duyar.[5]

Ölünün nihayetinde ölüler/ruhlar ülkesine kavuştuğu ve resmen “ölü” sayıldığı (en dramatik biçimini kimi bölgelerdeki “ikinci gömü” uygulamasında bulan) “bütünleşme” evresi, aynı zamanda, ölü yakınlarının giysileri, saç tıraşları, davranışları, uymaları gereken tabular, tecrit hâlleri, yeme içme yasakları, ölünün nihaî durağına dek gereksinimlerini karşılama yükümlülüğü, vb. ile toplumun geri kalanından ayrıldığı, “eşiksellik”ine denk düşen ve “yas”ın da sonudur. Toplu bir yemek, bir şenlik, bir mevlit, bir ayin vb. ile son ölünün son durağına, ölüler arasına karıştığı, araftan çıktığı vb. tescil edilirken, dulları yas giysilerini çıkarma, yeniden evlenme, yakınları yıkanma, saç-sakallarını kestirme, toplum içine karışma, düğün-derneklere katılma vb. “hak”larını elde ederler.

Van Gennep’de Durkheim’cı bir ton bulunmamasına karşın, geçiş ritüellerine ilişkin üçlü şeması en çok Durkheim geleneğine bağlı antropologlarca geliştirilmiştir: bu bağlamda akla ilk gelen isim, simgesel antropologların “en Durkheim’cısı”, Victor Turner’dır.

Turner vurguyu Van Gennep’in “geçiş ritleri”nden “eşiksellik”e yöneltirken, bu evreyi “yapı” olarak nitelediği statü, hâl, durum, rütbe, yaş grubu vb. ile tezatlık içinde bir “anti-yapı” olarak kurgular. Bir “durum”dan diğerine geçmekte olan birey ya da grup geçici olarak “ne orada ne burada” sayıldığı, ikircimli, muğlak, “iki arada bir derede”lik hâlini yaşar. “Durum”u, konumu, statüyü vb. belirleyen nitelikler, bu evrede tersine dönüşür, kurallar geçerliklerini yitirirler: Turner’ın “communitas” adını verdiği, eşiksel evrede bir arada bulunan bireyler gruubunda suskunluk, sadelik, birörneklik, acıya katlanma, cinsel perhiz ya da cinsel kuralsızlık, boyun eğicilik, alçakgönüllülük, türdeşlik, eşitlik, kutsallık vb. hüküm sürer: bir tarikata yeni katılan çömezler, bir meslek grubundaki çıraklar, acemi askerler, erginleme ayinlerinden birlikte geçen adaylar, bir ölünün ardından yas tutan akrabalar… Turner’a (1969) göre eşiksellik, toplumsal normların yeniden tesis edilmek üzere geçici olarak askıya alındığı evredir; eşitsizlikçi, hiyerarşinin, servet ve iktidar farklılaşmasının, cinsiyet ve yaş rollerinde ayrışmanın hüküm sürdüğü toplumsal yapılarda communitas’a katılan bireylerin yaşadığı eşitlik ve kutsallık deneyimi, bir yandan “güçsüzlerin gücü”, bir yandan yeni duruma uyarlanma evresi, bir yandan da üsttekilerin alttakileri deneyimleme, dolayısıyla da empati kurma olanağıdır.

Eşiksellik kavramı, Turner’ın geliştirdiği hâliyle ölüm ritüellerini anlamlandırmada önemli rol oynamaktadır. Ölüm, ölen kişiyi yakınlarından, eşinden dostundan, akrabalarından ayırır. Ölüyü defin ya da yakma için hazırladıkları süreç onların da olageldiklerinden koptukları, ancak olacaklarıyla henüz bütünleşemedikleri bir evredir. Böylesi geçiş momentleri genellikle belirsizlik ve potansiyel tehlike içerir. Cesedin ritüel kirliliği onun tepki verememe yetisizliğinden kaynaklanır, oysa gündelik rutinlerdeki ‘mevcudiyeti’ süregitmektedir. İnsanlar buna uygun olarak ölüye saygılarını sunarlar, süregiden ilişkilerini teyid etmek için yakınlarına üzüntülerini ifade ederler. Yapmış olduğu bir kötülüğü bağışlamak üzere ölünün başarılarını ya da karakterini anlatan öyküler anlatılabilir, sonraki yaşamında rehberlik etmek üzere doğaüstü varlıklara çağrı çıkartılabilir.

Tıpkı eşiksel evredeki erginlenmişlerin kültürlerinin gizemleriyle tanıştırılmaları gibi, ölülere de yolculuklarında kutsal metinler, dualar, ilahilerle rehberlik edilir. Bu görev genellikle ayinsel uzmanlar ya da özel görevli ruhbanlarca gerçekleştirilmektedir. Kimi zaman bedenden ayrılan ruh ya da yaşam gücüne yeni dünyalarına yerleşmelerinde yardımcı olacak ek ritler gerçekleştirilir. Ölüm ritlerinin en önemli hedefi, ölen bireyin yaşayanların aleminden ayrılarak ölmüşlerin alemine intikalini sağlamaktır[6]. (Encyclopedia of death and dying)

Ölüm, ölünün geride bıraktıklarının yaşamlarında da köklü değişikliklere yol açmaktadır. Evli kişi dula, analı-babalı çocuk yetim ya da öksüze, bağımlı oğul aile reisine dönüşür. Bir başka deyişle, ölüm yalnızca ölen kişi için değil, en yakınındakiler için de bir “geçiş süreci”dir ve “yas” ile karakterize olur. “Yas” bir yandan geride kalanların topluma ölüye ne kadar bağlı olduklarını göstererek (özellikle “prestijli” ölülerin ardından) kendi konumlarını sağlama aldıkları, bir yandan ölen kişinin yokluğundaki yeni yaşamlarına uyarlandıkları, bir yandan da dul, yetim, öksüz ya da aile reisi olarak yeni rollerine hazırlandıkları bir “eşiksellik”tir. Yas tutanların aralarındaki statü farklılıklarının geçici ilgası, düşmanlıkların askıya alınması, her birinin keder ve acıda, sadelikte, suskunlukta, tabularda birleşmesi, kişilerde “bu dünyanın geçiciliği, hırslara kapılmanın abesliği, ‘hayırla anılma’nın önemi, acı çekenlerle empati vb. halet-i ruhiyelere vesile olarak toplumsal dayanışmayı güçlendiren bir işlev üstlenebilir.

Durkheim’cı sosyolojik duruşun antropolojideki en güçlü temsilcilerinden biri olan Radcliffe-Brown (1964: 324), geçiş ritleri kavramına hiç başvurmasa da, bir kişinin ölümünün yeni bir denge tesis olana dek toplumsal tutunumu kısmî de olsa tahrip ettiği görüşündedir. Andaman adalılar üzerine çalışmasında yas sürecindeki ağlamanın, kişisel ye’isin dışavurumundansa, ölümün zedelediği toplumsal bağların yeniden tesisi ve teyidi olduğunu öne sürmektedir. Radcliffe Brown’a göre duygular, bireysel değil, toplumsal örgütlenmeyi, tutunumu, toplumsal yaşamın sürdürümünü mümkün kılan hâllerdir…

[4] “…Bu kuramlar tekniğine (törenler, ritler, kült) büyü adını verdiğim dini oluştururlar. Bu pratik ve bu kuram birbirinden ayrılmaz olduğuna göre ve pratiksiz kuram metafizik, başka bir kurama dayanan pratik de bilim olacağına göre, her keresinde büyüsel-dinsel sıfatını kullanacağım.” (Van Gennep 1981: 18)

[5] “Definin ardından ilk kaygı, ölünün ruhunu ‘kabir azabı’ndan, eski borçlarından, günahlarından kurtarıp, mümkün olduğunca ‘kabir nimetleri’ne kavuşturmaktır. (Bu amaçla-b.n.) ölüye öncelikle dininin umdeleri hatırlatılır. Define tanık olan herkes mezarlıkta kalır, imam kabrin başucuna saplanmış bir sopayı ucundan tutarak ‘telkin/talkın’ adı verilen bir metni okur. İmam metni okurken cesedin başına yakın bir yerde duran  arwah (yerel dilde ruh’un ölümden sonra edindiği kimlik), imamı mezarla birleştiren sopanın yardımıyla dinler. Metnin başlangıcındaki ‘nyawa’sı (yerel dilde = bedeni canlı tutan ruh) olan herşey, ölümü tadacaktır’ cümlesi üç kez okunur. Bu sözcükleri duyan arwah cesede girerek, çıkartılmış olan bütün giysilerin aksine bedeni saran kefenin ucunu hissetmesine yol açar. Ölü o an ölmüş olduğunu kavrar. İmam bundan sonra ölüye dininin temel umdelerini hatırlatan bir nev’i ilmihâli okumaya koyulur: ‘tanrın Allah’tır, peygamberin Muhammed’dir, kitabın Kur’an’dır vb. Bu telkinler ölü için çok yararlıdır, çünkü kısa süre sonra kendisini aynı soruları soracak ve eğer doğru cevapları veremezse onu dövecek olan iki melek, Mungkar ve Nakir ziyaret edecektir. Böylelikle, telkin hem ölünün duyarlılığının devam ettiğini gösteren, hem de sorgulanması sırasında onu korumaya yönelik çok önemli bir ayindir.” (Bowen, 1984: 24)

[6] Bu bağlamda “hayalet/ruh” “geçişi başarıyla tamamlayamamış” ölü olarak çoğu kültürde rahatsız edici bir figürdür. İki “dünya” arasında kalmışlığıyla süregen bir eşikselliği yaşarken geride kalanlar için de bir tehdit oluşturur. Geride kalanlar, kendilerine “musallat” olan hayalet/ruhu kimi zaman çeşitli adaklarla yatıştırmaya çabalarken, kimi kültürlerde bu “yolunu şaşırmış” ölünün “ölmüşler alemi”ne kavuşmasını kolaylaştıracak ek ritüeller uygulanabilir.

 

Devam edecek….

 

 

Önceki ve Sonraki Haberler

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.