Ve, Edebiyat!..

Ve, Edebiyat!..

.

A+A-

turuncu-ve-beyaz-modern-teknoloji-yazilim-reklam-tanitim-instagram-hikayesi.png

İSKAN TOLUN Köln:

Son Makaleler:

Bu ara kendimi iyice okumaya kaptırdım; irili/ufaklı, iyi/kötü, Türkçe/Kürtçe birçok kitap/roman okudum, değerlendireceğim. Elbette hepsini değil, sadece ilgi alanım olan edebiyat ile ilgili olanları; iki (Kürt/Türk) kültürün değerli yazarlarının çalışmalarını ele alacağım: Mehmet Uzun’un Sen adlı romanı ve Aziz Nesin'in Ah Biz Ödlek Aydınlar adlı kitabının sonunda, Önsözler bölümünde edebiyatla ilgili ilginç açıklamalarına değineceğim. Mehmet Uzun’un Sen adlı romanını bir çırpıda, ilgiyle okudum.

(İthaki yayınları 430/15. Baskı 2017 İstanbul. 215 Sayfa)

 

Söz konusu romanın Diyarbakır Askeri Cezaevinde geçtiğini bildiğim için, daha sonra okumak üzere geri plana almıştım. Nitekim, Diyarbakır Zindanı üzerine o kadar çok kitap/roman, makale, yazı okudum, canlı tanıkları dinlemiştim ki; o vahşeti anlatan diziler, filmler de çekilmiş, izlemiştim ve birkaç romanıma da konu olduğundan dolayı geç okumayı daha uygun görmüştüm ve okunmamış rafların en gerisine almış, unutmuştum. Yeni fark ettim.

Dolayısıyla, roman realite, gerçek bir yaşam öyküsünden yola çıkarak betimlenmiştir. (Söz konusu romanın kaç yılda tamamlandığını merak ediyorum şimdi. Zira, aynı kategoride, ben de bir roman betimlemiştim ve dört yılımı almıştı: Deniz'in Ütopyası, Almanca versiyonu: Deniz Utopie.)

Roman, oldukça akışkandır ve elbette, Diyarbakır Zindanından geçtiğinden dolayı da, trajiktir ve trajik olduğu kadar da enteresandır:

 

“Cezaevinin en güzel görüntüsü budur. Uzun olanı hepimizin amcası olur, Cezaevinin amcasıdır. Hiç Türkçe bilmez. 70 yaşının üstündedir. Onun yanındaki kişi ise Türktür ve hiç Kürtçe bilmez. Bir sosyolog o. Kürtler hakkında, Kürtlerin sosyal hayatı hakkında iki tane kitap yazmış. Bu yüzden üniversiteden alıp cezaevine attılar. Birbirleriyle, kendi dilleriyle anlaşıyorlar. Amca ona Kürtçe dersi verir, o da Amcaya Türkçe dersi.” (122. Sayfa)

 

Bu paragrafı okuyunca hemen aklıma İsmail Beşinci hoca geldi. Bir başkası da olabilir sanısıyla sayfaya soru işaretli bir not düştüm ve emin olmak için arayıp sordum, “Hocam, sizi mi kastediyor Mehmet Uzun, Sen adlı romanında?” Yanıt gecikmedi, “Evet İskan. Beni anlatıyor,” diye bir mesaj attı, İsmail hoca. Mesajı okuduktan sonra okumaya dalmış, romana iyice odaklanmıştım. İlgim bir kat daha artmış olacak ki, son sayfayı da çevirdim, çok geçmeden. Evet, bir baktım ki bitirmişim bu güzel romanı. Abartmıyorum, gerçekten de okunması gereken çok değerli bir eserdir bu.

 

 

Aslında roman ilk olarak Kürtçe kaleme alınmıştır ve orijinal adı da “Tu”dır. Daha sonra Türkçe'ye Sen adıyla çevrilmiştir. Kürtçe’den Türkçe’ye çeviren de Selim Temo’dır. Selim Temo aynı zamanda araştırmacı bir yazardır. Değerli Selim Temo’yu, Horasan Kürtleri adlı kitabıyla tanıdım. Neyse, asıl konuya dönelim.

 

Diyarbakır'ın o güzel sokaklarına (Mehmet Uzun Caddesi) adı verilmiş değerli yazar Mehmet Uzun'un her kitabı/romanı gibi bu da, elime yapıştı adeta, düşmedi hiç, ilgiyle okuyup bitirene dek. Aklıma değerli yazar için, Yaşar Kemal'in bir nitelemesi geldi:

“Uzun’un romanını okuduğumda çok şaşırdım, bir dilin ilk romanı böylesine ustalıkla, böylesine zengin bir dille, üstelik de gelişmiş bir roman dili yaratılarak nasıl yazılmış diye…” (Kader Kuyusu adlı romanının arka kapağından alıntı)

 

Evet, nitekim oldukça zengin bir roman diline sahiptir değerli yazar Mehmet Uzun.

 

Zindanda, daha doğrusu kara zindanda yara bere içinde kalmış, hücrede yalnız, yapayalnız birinin hazin, acılı, trajik hikâyesini anlatıyor bu romanda. Yaralı mahkûmun nasıl bir böcek ile isyan edercesine dertleştiğini ve içini dökerken nasıl avunduğunu büyük bir ustalıkla betimlemiştir. Böylece okuru da etkisi altına alıp bambaşka diyarlara götürüyor.

 

Bu böcek konusunda da kısa bir alıntı verirsem eğer, romanın niteliği çok daha iyi anlaşılacaktır kanımca:

Burası Diyarbakır böcek, Diyarbakır. Diyarbakır toprağının altında, yabancıların zindanındayız. Diyarbakır… Böcek, bu Diyarbakır var ya bu Diyarbakır, yurdumuzun güzelliğidir, yürek ağrımızdır. Hem yaşama umudumuz hem beynimizdeki sancıdır. Acayip bir şehirdir. Kadim ve hünerlidir. Sestir, renktir, aydınlıktır, acıdır, güzelliktir. Karışıktır. Her şeyi birbirine karışmıştır. Onu anlamak güçtür. Hem yaşatır hem öldürür. Hem sever hem öfke duyar. Hem sadık ve yardımcıdır hem de kıskanç ve cimri.

… … …

Ahh böcek… ahh Diyarbakır… lokantaları, kasapları, pazarları, işkencehaneleri, meyhaneleri, … (97. Sayfa)

 

Neden tutuklandığını bilmeyen bir öğrencinin Diyarbakır Askeri Cezaevinde yaşadıklarına odaklanmışken, aynı zamanda da ezilmiş ve inkâr edilmiş Kürt halkının gerçek yaşam öyküsünün topoğrafyasını çiziyor Mehmet Uzun.

Dayak, falaka, Filistin askısı, elektrik gibi yoğun bir işkenceden sonra baygın düşen “Sen” diye tabir edilen öğrenciyi bir saman çuvalı gibi hücreye atıyorlar. Yavaş yavaş kendine gelen genç öğrenci, gözlerini açınca kendini kanlar içinde tek başına bir hücrede buluyor, yapayalnız. Yalnızlığına ortak ararken, burnunun dibinde kımıldayan siyah bir canlıyı ayırt ediyor: Böcek.

O böcek ile konuşmaya, dertleşmeye, içini dökmeye başlıyor. Onunla arkadaş oluyor artık…

 

“Nasılsın delikanlı?”

Amca’ydı yine.

“Hocamıza bak, gözümüzün nuru budur işte.

Sonra hoca’ya dönerek çok kötü bir Türkçeyle dedi ki:

“Xoce, ha bu bizim xortodir.” [15. Dipnot: “Hoca, bizim delikanlı bu. çn]

(154. Sayfa)

“… Yani parmağımı arı kovanına soktum. Türk devleti Kürtler hakkında, Kürt sorunu hakkında açıkça konuşulmasına, yazılmasına, araştırmalar yapılmasına izin vermiyor. Ben de Türkiye'de, bir Türk olarak, Kürtlerin insani ve demokratik haklarını elde etmeleri için, Kürt toplumu hakkında araştırmalar yapıyorum. Türk devletine göre bu büyük bir suçtur. İnanıyorum ki çok büyük bir ceza verecekler bana. Ama dert değil, ne yapalım!” (155. Sayfa)

 

Aslında değerli sosyolog İsmail Beşikci hocam için ben de bir şeyler yazmak isterdim şimdi, ama, makale başlığından da anlaşıldığı gibi konu edebiyat ve konunun dışına çıkmamak en iyisidir. Zaten makale de uzayıp gidiyor.

***

Ve, Aziz Nesin…

Yukarıda, Kürt ve değerli dostlarından bahsederken aklıma bir gazetecinin Aziz Nesin'e, “Kürtler için ne yaptın?” Sorusu ve soruya verilen yanıt geldi. Hatırladığım kadarıyla, bu yüzden soruşturmaya tabii tutulduğu birçok makamı, yeri sıralıyordu:

“Oraya sor, buraya sor,” gibisinden yanıtlıyor ve hızını alamayıp, en sonunda, “Devlet Güvenlik Mahkemesi'ne sor!..” diyordu oldukça yüksek bir perdeden. Nitekim, Aziz Nesin Bulgaristan'da Türkler Türkiye'de Kürtler diye çok değerli bir kitap da kaleme almıştır; yıllar önce okumuş, çok beğenmiştim.

 

Aziz Nesin'in her kitabı/romanı gibi, Ah Biz Ödlek Aydınlar adlı kitabını da keyifle bir çırpıda okudum diyebilirim.

(Nesin Yayınevi Şişli İstanbul. 1985-1995 arasında 9 kez, toplam 38 bin adet basılmıştır. 279 Sayfa)

 

Evet, okurken çok keyif aldım ve, “İlk çıktığı gün okusaydım keşke,” demekten de kendimi alamadım. En iyisi, söz konusu kitabı daha fazla methetmeden, meziyetini bir başkasından okuyalım:

“…. …. Aziz Nesin'in son kitabı Ah Biz Ödlek Aydınlar hepimiz için derslere dolu. En önemlisi de, bize korku’yu yenmenin mümkün olduğunu gösteriyor.” (Haluk Gerger, “Hergün,” 22 Ekim 1985/277. Sayfa)

 

Aziz Nesin'in sık sık tehdit edildiği yakından biliniyordu o zaman. Ama ben bu kitaba konu olmuş; önyargılı davranarak tehdit edip, daha sonra da pişmanlığını dile getiren ilginç birini ele alacağım şimdi.

 

Adana’dan biri, 1958 yılında Aziz Nesin'e tehdit (Mektupta kaba, ağır sövgüler de yok değil) dolu bir mektup yazıyor. İstanbul'a gelip onu öldüreceğini açık açık beyan ediyor. Ve ne hikmetse, bu tehdit mektubundan sonra yazılarını, kitaplarını, romanlarını merak edip okuyor. Okudukça da bırakamıyor ve onu tehdit ettiğine bin pişman oluyor. Bu kez bir mektup daha yazıyor. Kendisini tanımadan, başkalarının sözlerine uyarak düşmanca tehdit ettiğinden dolayı pişmanlığı dile getirip kendisini bağışlamasını diliyor. (234. Ve 235. Sayfalarda)

 

Değerli Suriyeli okurlarım,

Bizim büyük halk şairimiz Karacaoğlan bir şiirinde şöyle der:

Karacaoğlan sözün haktır

Düşmanın dostundan çoktur

Dost, düşman sayısı bakımından Karacaoğlan’a benziyorum. Benim de düşmanlarım dostlarımdan çoktur. Oysa ben düşmanlarıma bile düşman olmak istemem. Öyleyse neden düşmanlarım çok? Çünkü, bir yazar olarak yazılarımı, okurlarımın hoşuna gitsin, okurlarım ille de beğensinler diye yazmam. Doğruluğuna inandığımı doğruca yazmaya çalışırım. Elbet yanlışım da, yanıldığım da olur, ama bile bile doğruyu değiştirmem, saptırmam. (228-229. Sayfa)

 

Aziz Nesin, Çin’ceye çevrilecek olan Zübük adlı romanının hikâyesini de, istek üzerine önsöze yazıp Çin editörüne göndermiş:

Romanımı yazarken, ayrı ayrı yerlerde gördüğüm bu insanların hepsini birden karıştırıp yuğurup o çamurdan yeni bir roman insanı yaptım ve bu insanın adını “Zübük” koydum. … … Çin’den başka hemen hemen bütün sosyalist ülkeleri gezdim. Türkiye'deki “Zübük”ü gittiğim her ülkede gördüm. Zübük, salt Türkiye’ye özgü bir insan değil. (265. Sayfa)

 

Bu paragrafı okuyunca roman yazmak, kurgulamak konusunda doğru bir yolda olduğumu bir kez daha anladım. Zaten, üzerinde titizlikle çalıştığım son (MİSYON) romanım da, kafamda üç aşağı beş yukarı böyle şekillenmişti.

 

Evet, çok okuyan ve çok yazan Aziz Nesin’in de dediği gibi ayrı ayrı yerlerde olan figürleri karıştırıp yuğurarak güzel bir roman karakteri ortaya çıkarılır. Bir bakıma, buna da hayal ürünü diyebiliriz.

 

Nitekim edebiyat dünyası spekülasyonlara açıktır ve görüldüğü gibi, hemen hemen bütün dünya çapında büyük bir ilgi görmüş, hatta filmi bile çekilmiş olan o meşhur Zübük de spekülasyonlara hedef olmaktan kurtulamamış:

Türkiye’nin pekçok yerinden, kendilerini yazdığımı iddia ederek yalanlamalar gönderenler oldu. Bunlardan kimisi, “Ben Zübük değilim!” Diye yazıyor, kimisi de romanda yazdığım olayları yalanlamada, yada düzeltmeye çalışıyordu. (266. Sayfa)

 

Ve, en nihayetinde Aziz Nesin, önyargılı unsurlara, spekülasyon yapanlara ders verir nitelikte yanıtlar veriyor. Şimdi de aklıma, Albert Einstein’in, “Önyargıları kırmak, atom çekirdeğini parçalamaktan daha zordur.” sözü geldi.

 

Newroz Pîroz be!..

 

 

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.