Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmal’in gerçek portreleri
.
Şah İsmail‘in 12 Kıvrımlı Başlığıyla Gerçek Portreleri
Yavuz Sultan Selim‘in portresi
Bundan önceki bir değerlendirmemde "Nihayet Şah İsmail gerçek portresine kavuştu!“ diye bir not düşmüştüm. Bir değerli izleyici aşağıdaki görüşü ile bu değerlendirmeme katılmadığını şu ifadesiyle belirtmiş:“Makalede küpeli portrenin Yavuz’a değil, Şah İsmail’e ait olduğu tespitinin nasıl yapıldığını doğrusu anlayamadım. Şah İsmail 27 yaşında Çaldıran’da savaştı, 37 yaşında öldü. Yani çok genç hayata veda etti. Ayrıca o dönemde yaşayıp Şah İsmail’i bizzat görenler, örneğin Venedikli seyyah ve tüccarlardan biri, onun kazıl/sarışın olduğunu belirtir. Küpeli portre hem esmer, pala bıyıklı ve Yavuz’un başka portreleriyle yakın benzerlik gösteren bir tablo hem de Şah İsmail’den yaşça çok daha büyük olan birini gösteriyor. Bu bilgilerden hareket edersek, küpeli portre Şah İsmail’den çok Yavuz’a uygun bir tablo der, Murad Ciwan!“
Tıklayın: Küpeli tablo şah İsmail’in mi yoksa Yavuz Selim’in mi tartışması sona erdi!..
Sayın hocanın yorumuna bakıldığında pek de bu konuda yeterli araştırmaya sahip olmadığı görüşü bende etkili oldu. Başka biri olsaydı bu konuda belki de yanıt vermezdim. Zira ele aldığım küpe meselesi Kürtler açısında da ummanda bir zerredir! Yukardaki portrelerden biri Yavuz sultan Selim ise diğeri değildir! Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail üzerine ordusunu harekete geçirmeden önce Anadolu’da Şah İsmail yanlısı ne kadar Kızılbaş Türkmen, Kürt ve Zaza Aleviler varsa yakaladıklarını, savaşa giderken geride isyan çıkarmasınlar diye çoğunu kılıçtan geçirmiş ve Sıvas’ta kimi tarihçilere göre 40 bin, kimisine göre de 50 bin alevinin kellesinden piramitler oluşturduğu söylenir. Şah İsmail’in Ehli Beyt yanlısı ve Alevi Kızılbaşların nezdindeki yeri, İslam‘ın Abbasi Halifelerinin yeri kadar kutsal ve yüceydi.
Şia ve Alevi kızılbaşlar arasındaki ehli beyti seven müslümanların ahlak anlayışı ile Osmanlı toplumu ve padişahlarının ahlak anlayışları da birbirinden çok farklı idi. Bu farklılık günümüzde de varlığını korumaktadır. Alevi ve önderleri olan pirler bir kez çok evliliğe karşılar. Kadın ile erkek eşitliği „canlar“ esasında eşit kabul edilir. Hem cinsler arasındaki cinsel ilişkiler toplum tarafından nefretle karşılanarak ve dini açıdan da günah ve yasak sayılır. Şah İsmail’in ahlak anlayışı da Osmanlı padişahlarınkine hiç benzemez. Osmanlı padişahları içinde de ahlaken düzgün olanları elbette vardı. Ama içlerinde Kanuni Sultan Süleyman gibi sevilen büyük bir padişah da hata yapmış. Kanuni’nin oğlu Şehzade Mustafa‘yı Bektaşi olan yeniçeriler O’nu çok seviyorlar diye emir vererek oğlunu cellatlarına boğdurtmuş. Cellatlara oğlunu boğdururken bir de perde arkasında olayı seyretmesi de asla bir babaya yakışmayacak kadar kadar çirkin ve hoş karşılanmayacak kadar acıklı tarihi bir olay olarak kayıtlara geçer. Yine Osmanoğullarından 13‘üncü Osmanlı padişahı ve ayni zamanda da 92. İslam Halifesi olan III. Mehmed'in, 1595 yılında tahta çıktığı gece ilk işi öz 19 erkek kardeşinin ölüm fermanını vererek onları boğdurtmak olmuştur. Daha sonra da öz oğlunu ve iki kardeşinden hamile olan 7 cariyeyi ve babasının hamile eşlerini öldürterek tarihe adını unutulmayan kötü insanlar arasına yazdırmıştır.
Yavuz Sultan Selim’in babasını zehirleterek öldürmesi olayı da halen tartışılan tarihi konular içinde yer alır. Yukardaki resimde görüldüğü gibi karga burnu aynen İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmed’in burnu gibi eğik olması bir soya çekimi ifade eder. Şah İsmail’in burnu ise Yavuzun burnuna göre biraz daha büyük ve düzdür. Osmanlı sarayında çok eşli olma, harem ve harem ağaları, acemi oğlanlar, yeniçerilerin bunlarla olan ilişkileri ve de teferuatını anlatmak günümüzün toplum gerçekleriyle bağdaşmaz! Gerçi günümüzde bile 6 yaşındaki kız çocuğunu „islamın gereği“ diye evlendiren tarikat hocaları ile dini eğitim gören bazı Kur’an kurslarında erkek çocukların iradesini daha küçük yaşta kırmak ve kul yapmak için günümüzde bile yapılan gizli cinsel uygulamalar halen basına yansıyarak varlığını sürdüre gelmektedir...
Osmanlı sarayında bir padişahın hareminde 20-30 bayanın olması o dönemde son derece normal karşılanırdı. Ahlakları bozuk olan bazı padişahların bir de eşcincel ilişkileri o dönemde son derece normal karşılanmış. Ayrıca anormal olan bu durumlar için o dönemde cezayi bir müeyyide de yokmuş! (1)
Mesele küpe olunca, bu konuda hem peygamber efendimizin, hem de dini önderlerin görüş ve fetvaları var. Örneğin:“Erkeklerin küpe takması caiz midir?”Sorusu üzerine diyanet işleri şu açıklamada bulunmuştur:“Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz döneminden itibaren bu güne kadar kadınlar süslenmek amacıyla küpe kullanmışlardır. Bu itibarla da kulak deldirip küpe takmak, Müslümanların genel örfünde kadınlara ait bir süslenme tarzı olarak kabul görmüştür. Müslüman erkeklerin ise kadınlara has süs eşyalarını kullanmaktan uzak durmaları gerekir. Zira Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz; “Kadınlara benzemeye çalışan erkekler ve erkeklere benzemeye çalışan kadınlar Allah’ın rahmetinden uzak olsun.” diye buyurmuştur. Bu ve benzeri uyarılar sebebi ile İslam bilginleri, erkeklerin küpe gibi kadınlara özgü takıları takmalarını haram ve mekruh sayarlar!..
Günümüze kadar gelen "İslâm Hukukuna göre ise kulakların küpe takılmak üzere delinmesi ve küpe takılması, kadınlar için caiz görülmüş, ama erkekler için caiz görülmemiştir.“ denilir.
Bazı hukukçular, erkek çocukların da kulaklarının delinebileceğini ve bu tür bir olayın Hz. Peygamber (asm) zamanında yapıldığı halde sonraları bu geleneğin islami kurallar gereğince ortadan kaldırıldığını da ileri sürerler. Bu karışık konuda yetişkin erkek çocukların kulaklarını deldirmeleri ve küpe takmaları, çoğu hukukçulara göre günümüzde de haram ve bazı hukukçulara göre de mekrûhtur; yani kısacası erkeklerin küpe takmaları caiz değildir!..
Yavuz Sultan Selim, belki de hayatında hiç küpe takmamıştır. O, Mısır’ı feth ederken bir uyduruk anlatımla küpe taktığı anlatılan masalımsı bir anlatım doğru kaynaklara dayanmıyor. Zira hiç bir Osmanlı padişahı küpe takma geleneğini tarihe yansıtmamıştır. Yavuz Selim gibi geleneklere bağlı biri 4 Şubat 1517'de büyük bir tören ile Kahire'ye girdiğinde de küpesizdir. Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim’e ait olduğu söylenen diğer bir resim ise Yavuz’un Kahire’yi aldıktan sonra adına yaptırdığı madalyonun ön yüzünde yazılı olan “Selims Turcarm Imparator” bugünkü karşılığıyla “Türk İmparatoru Selim” yazılı olan madalyonu O’nun küpesiz, gerçek bir görüntüsünü yansıtır.
Mısır tahtına oturan Yavuz Sultan Selim, İstanbul’a döndüğünde 88.“İslam Halifesi” ünvanını da alarak döner. Zaten o dönemde islam inancına göre erkeklerin küpe takmaları hem günah, hem de mekruh sayılırdı. Padişah Yavuz Selim, herkesten çok bir de halife ünvanını aldığı için, erkek olarak küpe takması islam kurallarına göre de yasaktı.
Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim‘in küpesiz kahire madalyonu
Bazı araştırmacılara göre ise: „Küpeli resim, yenilgiyi kabul edemeyen Şah İsmail, kulağına küpe takarak yenilgiyi unutmamak için, öc alma duygusuyla taktığı“ söylenir. Ayrıca erkeklerin Şia, Bektaşi veya Caferi mezhebine göre küpe takmaları pek de yasak değildi. Yetişken bazı Alevilerde küpesiz ve kulaklarının delik olduğuna ben de tanıklık etmişimdir. Eskilere dayanan bu gelenek, günümüzde kaybolmakla beraber, büyük şehirlerde halen moda olarak bazı gençlerin küpe taktıklarını toplum iyi karşılamamakla beraber, hoşgörü ile geçiştirmektedir!..
Şah İsmail’in doğup büyüdüğü bölge İslami ve ırksal alanda oldukça karışık bir bölgeydi. Bu karışık durum O’nun yetişme ve duruşunu etkileyen faktörler arasında yer alır.
Mehmet Fatih Bekirhan‘a göre:“ Kudretli Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim ve İran’da dördüncü kez Türk hakimiyetini başlatan Safevi Devleti kurucusu Şah İsmail, her ikisi de Türkmen, aynı zamanda çağdaş olan bu iki büyük cihangir arasında yalnızca, düşünce farklılığı vardı. Başlangıçta Şah İsmail, Sünni tarikatta iken, dedesi Şeyh Cüneyt ile babası Şeyh Haydar zamanında tarikata giren, henüz İslam’ın fıkıh ve tasavvufi yönleri ile tanışmamış, Heteredoks (Yunanca heteros „farklı“ ve doks sözcüklerinden türetilmiş olan farklı inanç anlamına gelen) bir yapıda idi. Şah İsmail, Türkmen dervişlerinin katılımlarıyla eksen kayması yaşayan Safevi tarikatının merkezi Erdebil’de, 1487’de dünyaya gelir. Erdebil, İran‘ın kuzeyinde, Güney Azerbaycan sınırları dahilinde, tamamı Azeri Türklerinin yaşadığı bir şehirdir. Şah İsmail’in annesi Halime Begüm, Sünniliğe oldukça bağlı olan Ak Koyunlu Türkmen devletinin meşhur hükümdarı Uzun Hasan’ın kızıdır. Ancak Uzun Hasan, Kara Koyunlular ile aralarında uzun zaman devam eden savaşlardan ötürü, müttefik bulmak amacıyla, kızını Safevi tarikatı şeyhi olan Şeyh Haydar ile evlendirir. Ak Koyunlular daha sonraları bu tarikatın sadece mistik yönleri ile ön plana çıkan bir tarikat olmayıp, yayılmacılık siyaseti güden ve yeni bir mezhep eksenli dini anlayışı yayma peşinde olduklarını anladıkları zaman da müdahale edeceklerdir.“ diyor. (2)
Yukarda belirtilen ve her iki hükümdarı Türkmen gösteren ifadeler doğru değildir. Yavuz Sultan Selim’in ataları bir kez Türkmen değiller. Osmanlı sarayında Türkleri „Etrak-ı bi idrak!“ olarak hakir gören Osmanlılar nasıl Türk olabilirler?!. „Etrak“ kelimesi Türk kelimesinin çoğul şeklidir. Bugünkü anlamıyla bir ırkı aşağılama kadar kötü daha ne olabilir? Şah İsmail’in ise atalarının ne Türk ve ne de Türkmen olmaları mümkün değildir. Şah İsmail’in atalarının Kürdistan’ın Şengal Bölgesi’nin Sincar eyaletinden İran’ın Erdebil şehrine göç ederek yerleştikleri ve orayı uzun süre yönettikleri tarihi kaynaklarda yazılıdır. Atalarının inançları ise Zerdüşte yakın ve adı geçen bölgede halen yaşamakta olan Ezdi Kürtlerinkine yakındı.
Şah İsmail de ataları gibi güçlü kuvvetli, iri yapılı, gür bıyıklı oluşuyla insanlar arasında hemen göze çarpan görünümüyle tanınırmış! Şah İsmail’in yüzlerce kişi arasında hemen göze çarpan yapısıyla diğer insanlardan fark edilmesni halk bunun bir Tanrı vergisi olduğuna inanırmış! Daha gençliğinde, şah olmadan önce, çevresi O’na „Şah“ olarak değil, bir Alevi piri olarak saygı ve hürmet gösterirlermiş. Daha genç yaşlarda insanlar O’na inanarak kutsal bir kişi diye saygı göstermişler. O, Alevilik inancında pirlerin ulaşacağı en üst mertebe olan „İnsanı Kamil“ mertebesine daha genç yaşlarda erişmiş! Şah İsmail’in başında o dönemde Alevilerin Şiilik ve Ehl-i Beyt simgesi olan 12 kıvrımlı börkü (kavuk) kızıl başlık takmaları ve onun da üstüne yerleştirilmiş olan İran Şahlarına özgü takılan ve değerli taşlarla süslü olan bir taç koymaları gelenekselmiş. Şah İsmail’in 12 kıvrımlı börkü (kavuk), Ehl-i Beyt’in 12 imamını temsil ettiğini ve bunun da Şah İsmail’in Ehl-i Beyt’e olan inanç ve saygısında kaynaklandığını belirtmekte yarar var!..
Osmanlı kaynaklarında „Kızılbaş“ tabiri:„Safevi Tarikatı müridleri ve Kızılbaş askeri, Kızılbaş tarafı, Kızılbaş üzerine sefere çıkmak“ gibi tabirlerin içinde sık sık kullanılmış olduğu anlatılır. Sonraları bu tabir tüm Bektaşi ve Alevileri kapsayan „Kızılbaş“ sözü kötü anlamda adlandırmaya kadar vardırılmıştı! Halbuki „Kızılbaş“ kelimesinin kökenine bakıldığında „kızıl başlık takan“ anlamına geldiğini ve bunun tarihçesinin de „Uhut Savaşına“ kadar uzandığı görülür. Uhut Savaşı‘nda Hz. Ali kendisini Hz. Muhammed’e siper ettiği sırada başından yaralanır. Beyaz olan başlığı kan ile kırmızı renge boyanır. Bu tarihi olaydan sonra Hz. Ali katıldığı tüm savaşlarda kırmızı başlık takar. Bu geleneğe Siffin Savaşından itibaren Hz. Ali’nin taraftarları da başlarına kırmızı başlık takmaya başlar. Safevi Devleti‘nin Şahı olan Şah İsmail ve ordusundaki askerler de Osmanlı ordusundan ayırt edilmeleri için başlarına kızıl başlık takarak Hz. Ali geleneğini sürdürmüşler.
Şah İsmail’in başlığını Osmanlı padişahlarının başlıklarından ayırmak böylece daha da kolaylaşmış olur. Halbuki Yavuz Sultan’ın kavuğu (börkü) hem kıvrımsız, hem de beyazımsıdır. Ayrıca tarihi kayıtlarda Yavuz Sultan Selim‘in, süs ve ihtişamdan hoşlanmayan bir padişah olduğu anlatılır. Çünkü padişah Mısır Seferi dönüşünde İstanbul’da ilk karşılaştığı oğlu Süleyman'ın (Kanuni Sultan Süleyman) süslü elbiselerini görünce O’na şöyle seslenmiş: „Bre Süleyman! Sen böyle giyinirsen, anan ne giysin?“ der. Yavuz’un gerçek bilinen resimlerinde Şah İsmail’in pala bıyıkları gibi bıyıkları vardır. Ancak O’nun küpe takılı resimleri hiç yoktur. Bu durumda, Yavuz Sultan Selim’e ait olduğu ileri sürülen ve çoğu kimsenin kendine kılıf olarak gösterdiği “küpeli resim” Yavuz’un küpe takması hususunda bir çıkış yolu olarak kabul edilemez! Herkesten çok bir halife olarak o dönemde Yavuz Sultan Selim‘in Hz. Muhammed’in ve İslami kuralların bütünü içinde bu küpe takma konusundaki haram hasasiyetine harfiyen kendisinin de uyması gerekmez miydi?!.
Ayrıca Yavuz Sultan Selim’in sanılan Dolmabahçe Sarayı'ndaki küpeli taplosu ise 1926 yılında oraya konulan tablolar arasında yer aldığı kayıtlıdır. Tablonun adı geçen padişahlardan çok sonraları kopya olarak yapıldığını sanat tarihçileri bunu incelendiğinde de ne zaman yapıldığını kolayca tesbit ederler! Bu sahte tablo gibi sahte olan Yavuz Sultan Selim’in halifeliği de Mısır’dan cebren Anadolu’ya taşıması ise çeşitli ırk ve inançta olan halkların zorla islamın Sun’i inançlı (Hanifi, Şafi, Nakşibendi) mezhep tarikatlarına göre diğer inançta olan müslümanları dini inançlarından dolayı suçlayarak, onları günümüze kadar birbirinden ayrıştırmasına da neden olmuştur!.. O tarihten günümüze kadar Anadolu’da çoğunlukta olan Sun’iler Alevi ve hiristiyan inancında olanları her yerde düşman gibi görmüşler. Fırsat buldukça da en son yapılan Maraş katliamında olduğu gibi anlatılması zor olan kitlesel öldürme olaylarını hep uygulaya gelmişler. Yani adı geçen 88‘inci İslam Halifesi olayı, Anadolu’da halklararası inançları farklı olanları çoğunluğunu teşkil eden Sun’i inançtakilere kırdırmıştır. Bu nedenle Yavuz Sultan Selim, Anadolu’da Alevi ve Bektaşilerce hoş karşılanmayan bir padişah olarak lahnetlenir. Anadolu’da halklararası dini hoşgörü ve insanca bir arada yaşama inancı, Yavuz’un halifeliği ile başlayan kanlı olayların da bir tarihi başlangıcı olur!..
Yine başka bir kaynakta „23 Ağustos 1514 günü Çaldıran Ovası’nda karşı karşıya gelen dönemin en büyük iki Türk Ordusunun çarpışmasında, yorgun olmasına rağmen Osmanlılar üstün silah güçlerinin vermiş olduğu avantajla galip gelmiş, sadece ok ve mızrak kullanan Safevi süvarileri ise büyük hezimete uğramışlardır. Savaş meydanında eşi Taçlı Hatun’u bırakarak kaçan Şah İsmail, ölüm tarihi olan 1524 yılına kadar Osmanoğulları ile iyi geçinmeye gayret edecektir.“ diye yazılıdır.(3)
Tarihte Osmanlı Sarayında dini işler çoğu zaman Kürt kökenli bazı dini alimler tarafından yönetilmiş. Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran Savaşı’nı kazanmasında başta Kürt dini lider İdris-i Bitlisi’nin önderliğindeki Kürt askerlerin rolü büyük olmuştur. Şah İsmail’in ordusundaki Kızılbaş Kürtler de savaşta kitlesel olarak öldürülünce, Kürtler arasındaki bu dini yaklaşımlar nerdeyse günümüze kadar etkisini sürdürmeye neden teşkil eder! Bu tarhi olay Alevi ve Sun’i Kürt uyuşmazlığının da temelini oluşturur.
Osmanlı sarayında dini baskılar Kürt kökenli şeyhülislamların zamanında diğer azınlıklara ve kızılbaş Kürtlere karşı daha da artar. Özellikle Nakşibendiliğin egemen oluduğu dönemlerde saray baskısı bazan da katliamlara dönüşür. Yeniçeri Ocağı, Vaka-i Hayriye diye adlandırılan bir karar ve hareketle, 15 Haziran 1826 yılında Sultan II. Mahmud tarafından ortadan kaldırılır. Bektaşi ve Yeniçeri Ocağı’nın kutsal merkezi olan Hacıbektaş Dergahı‘nda postnişin dede olarak Hacıbektaş Veli soyunda olduğu kabul edilen Hamdullah Çelebi bulunmaktadır. Bu olay ile Hamdullah Çelebi ve dergahın 8 önemli adamı tutuklanırlar. Dergah kapatılarak, Dergaha Nakşibendi dergahından şeyhler atanır. Hatta onların ibadetlerini yapmaları için diğer dergahlarda olduğu gibi Hacıbektaş dergahı avlusundaki Cemevinin karşısına bir de minareli minberli bir cami yaptırılır. Kürtler arasındaki Bektaşi-Sun’i (Nakşibendi) çelişkisini devlet Nakşibendi tarikatı hocaları vasıtasıyla halen günümüze kadar sürdürmektedir.
Sırası gelmişken Nakşibendi Tarikatını biraz irdelersek, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî‘nin (1779, Süleymaniye - 1827, Şam) Alevi Kürtler ve Türkmenler üzerinde Sun’i mezhebin etkileri olumsuz olarak tarihte her zaman Kürtler arasında etkisini his ettirmiştir. Ömrünün sonunu Şam’da geçirerek oturan ve aslen Kürt olan Mevlânâ Hâlid’in Osmanlı Sarayı üzerindeki etkisi de büyük olmuştur. Mevlânâ Hâlidi Kürdi, ya da Bediüzzaman Mevlânâ Hâlidi Şehrezorî olarak da tanınır. Kürt İslâm alimi, mutasavvıf ve şair olarak bilinir. Osamanlı sarayında Kürt İslam alimlerinin varlığı çok eskilere dayanır. Fatih Sultan Mehmed döneminde Osmanlı’da din ve devlet adamı olan ve ayni zamanda Fatih Sultan’ın da hocası olan Molla Gorani de Kürt‘tür. (4) Önceleri Nakşibendi şeyhleri Soran ve Barzan bölgesinde kendi aralarında anlaşamazlar. Mevlana Halid, ölüm korkusuyla Bağdad’a kaçar. Bağdad’ta Mevlana Halid Bağdadi olarak ünlenir. Nakşibendi olan Barzan şeyhleri Bağdad’ta da O’nu rahat bırakmazlar. Bağdad’tan Şam‘a geçen Mevlana Halid’i önce Osmanlı Sarayı takibe alır. Sonra saray yanlısı olduğu anlaşılınca sarayla ilişkileri düzelerek sarayın içine kadar etki ve nüfuzunu kullanır…
Bu olaydan çok önceleri Kürt dini alimler zaten Osmanlı Sarayı’na girerek dini işleri yönetmişler. Tarihi belgelerde Fatih Sultan Mehmed'e İstanbul'u almasını tavsiye eden kişinin, Osmanlı’da din ve devlet adamı olan Kürt hocası Molla Gorani olduğunu yazarlar. Ancak Gorani’nin tam nereli olduğuna dair farklı bilgiler bulunur. İslam ve tarih konusundaki yazıları ile tanınan araştırmacı-yazar Müfit Yüksel:“Molla Gorani’nin 1410-11 (Hicri 813) tarihinde Kürdistan Bölgesi’nin Goran Bölgesi‘nde doğduğunu yazar. Gerçek adı ise „Şemseddin Ahmed Bin İsmail El-Gorani“ olan Molla Gorani, Osmanlı Şeyhülislamlarının dördüncüsü olup, Fatih Sultan Mehmed’in hocası ve Osmanlı devletinin de ilk Kürt Şeyhülislâmıdır!“ der. Ayrıca bu konuda açıklamalarda bulunan bir de Atatürk Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Yakup Şahiner, „Academia“da yayımlanan makalesinde:“Molla Gorani’den Şeyh Akşemseddin’e Fethin Hocaları!” başlıklı yazısında: „Molla Gorani’nin 1410 tarihinde Diyarbakır’ın Ergani ilçesi sınırları içerisinde kalan -Hiler Köyü-nde dünyaya geldiğini“ tarihi bir belge niteliğinde olan Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’ne dayandırarak yazsa da bu bilgi doğru değildir. Zira „Goran Bölgesi“ Güney Kürdistan’da Süleymaniye bölgesi sınırları içindedir. (5)
Yukarda belirtilen tarihi tanımlar elbette tartışmalı konulardır! Ben tartışılsın diye konuya değinmek niyetinde değildim. Bu nedenle de bu yazıyı bitirerek ve gelecek soru ve eleştirilere yanıt vermiyeceğimi de burada bir kez daha belirmek istedim (6)…
Sevgi ve saygılar hep yurtsever okuyucular için olsun!…
10.01.2023
Abuzer Bali Han
Kaynakça:
(1) Osmanlı Padişahlarının olağandışı bu cinsel tercihleriyle ilgili kaynaklar,
(Hammer ‘in kitabının 285. Sayfası, Alfanso De la Martin’in Osmanlı Tarihi kitabının 1. cilt
114., Reşet Ekrem Koçu’nun Osmanlı Padişahları eserinin 207. s, Çağatay
Kaynaklar:İbn-i Âbidin, Redd'ûl-Muhtar, c VI, sh 420, Heyet, Resimli-Haritalı Mufassal Osmanlı Tarihi, İstanbul 1958, c II, sh 717, 719, 725, 731, 739, 788; Gönenç, Halil, Günümüz Meselelerine Fetvalar, İstanbul 1983, c II, sh 164; Dirler, Ayten, "Yavuz Selim Küpeli miydi? ", Kuşoğlu, M Zeki, Tılsımdan Takıya, İstanbul 1998, sn 52 vd
(2) Mehmet Fatih Bekirhan, "Van Gölü Havzası ve Erciş Tarihi" 2015 yılında "Doğu ve Güneydoğu Anadolu Tarihi" 2016, © Milliyet Blog Copyright 2023.
(3) Mehmet Fatih Bekirhan, "Van Gölü Havzası ve Erciş Tarihi" 2015 yılında "Doğu ve Güneydoğu Anadolu Tarihi" 2016, © Milliyet Blog Copyright 2023.
(4) Bitlisname, Mewlana Xalid-i Şehrezori ve Nakşibendilik, 18 Ocak 2022, Abuzer Bali Han / Araştırmacı Yazar,
(5) Atatürk Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Yakup Şahiner, „Academia“ Dergisi
(6) Abuzer Bali Han, Araştırmacı yazar. Rûpela Nû, Şah İsmail ve Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim.
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.