Aydın Doğan

Aydın Doğan

yazar
Yazarın Tüm Yazıları >

“Yeni Partiler” ve yeşeren “eski umutlar”

A+A-

Kürtlerin, son 35 yıldır Türkiye’de kurulan her yeni partiye bakışını belirleyen, Kürt Meselesi’ne ilişkin görüşleri oldu. Yeni bir testle karşı karşıyayız. Biri başbakanlık, diğeri bakanlık yapmış iktidar partisine mensup A. Davutoğlu ile A. Babacan’ın partilerinden ayrılarak yeni parti kurmakla meşgul oldukları şu günlerde, önemli bir Kürt çevrede bu partilerin Kürt meselesine ilişkin görüşleri merak konusu olmuş durumda.

Sadece siyasetle alakası “günlük çıkarlara” dayanan tek tek bireyler değil, AKP ile HDP’nin artık Kürt toplumunun taleplerine cevap olamadığını ve bu nedenle ciddi şekilde çözülmekte olduklarını gören kimi önemli şahsiyetler dahil geniş bir çevre, A. Davutoğlu ile A. Babacan’dan Kürt Meselesine ilişkin ‘yeni bir açılım’ bekliyor. Bunlara göre, A. Davutoğlu ile A. Babacan, eğer Kürt toplumunun dikkatini cezp edebilecek bir çözüm biçimi önerebilirlerse, AKP ile HDP’den uzaklaşan kitlelerin desteğini alabilecekler.

Tabii üzücü bir durum. Kürt Meselesinin bilincinde olan şahsiyetlerin, hatta kimi siyasal odakların, Kürt toplumundan hareketle çözüm bulmak yerine yeni bir hüsranla sonuçlanacağı şimdiden belli olan yeni serapların oluşmasına katkıda bulunmaları esaslı bir “trajedi”dir. Buna bir son verelim diyeceğim ama pek de öyle olacağı yok. Defalarca elimizi yakan bu ateş, öyle görünüyor ki, birileri ortaya çıkıp gerçek anlamda Kürt milletinin yararına bir ses vermezse, bir kez daha elimizi yakacak. Hem de daha derinden…

Biraz hafızamızı yoklayalım

Oluşturulan şu yapay umutlara şöyle bir bakalım:Bunların başında ANAP ya da Özal gelir. Her ne kadar programında Kürt Meselesi’ne ilişkin bir görüş beyan etmese de sadece günlük siyasete yön vermek için Özal, “Federasyonu da tartışabiliriz” dediği için “Kürtlerin babası” ilan edildi. Hatırlanacaktır; bu söz üzerine şimdi hayatta olmayan Mam Celal’in araya girmesiyle karşılıklı kalem-kravat hediye edildi, devletin karşısına derli-toplu çıkmak için önce bir takım Kürt hareketleri Lübnan’da bir araya geldi, ateş-kes ilan edildi, henüz yolun başında olunmasına karşın ciddi bir ‘barış’ havası yaratıldı. Sonuç ne oldu?

Büyük bir hiç tabii ki. Failleri belli olmasına karşın bugün bile ‘emri kim verdi’ye getirilen ’32 silahsız askerin’ öldürülmesiyle birlikte ‘bahar havası zemheriye döndü’. Zaten planlı-programlı bir Kürt savaşına hazırlanan devlet, bu olayı bahane ederek ‘ateş-kesi’ bozdu ve uzun yıllar sürecek bir savaşı başlattı.

Buna rağmen kimisi Özal için, “Kürt meselesinde tarihsel açılımı Özal yaptı, bu nedenle öldürüldü, öldürülmeseydi bu meseleyi çözerdi” dedi. Oysa “bütün doğu ve güneydoğu sınırı boyunca iki buçuk milyon insanı boşaltırız, bu mesele de biter, aklınızı başınıza alın” diyen de aynı Özal’dı.

Özal sadece tehdit etmedi; dediğini de yaptı. Doğu ve Güney Kürdistan ile Kuzey Kürdistan sınırları boyunca ne kadar stratejik köy-kasaba varsa hepsini boşalttı. Maddi durumu uzun yol kaldıran kimileri soluğu Avrupa ülkelerinde aldı, buna gücü el vermeyen yoksul Kürt köylüsü Türkiye’nin İstanbul, İzmir, Adana gibi kentlerine zor yetişti. Doğal olarak ekseriyeti asimile oldu; olmayanlar “ortak vatan, demokratik cumhuriyet”le teselli bulmaya çalışıyorlar.

Daha beteri oldu

“Kurumsal ve tarihsel hafızası” Kürt siyasetiyle kıyaslanamayacak kadar güçlü olan Devlet, yükselmekte olan Kürt hareketi karşısında zaman kazanmak için işini ciddiye aldı; Kürtlerin gözünde “iyi” olan Özal’ı Cumhurbaşkanı, 12 Eylül Askeri darbesi tarafından “mağdur” edilmiş “demokrasi kahramanı” Demirel’i de Başbakan yaptı. Başbakan Demirel’in yanında, Kürtlerin parti olarak seçime katılıp kendileri olmasını önlemek için partisinin varlığını tehlikeye atmayı yeğleyeceğini söyleyen, rejimin kurucusu, bir zamanlar Demirel’in baş düşmanı İ. İnönü’nün oğlu E. İnönü vardı. Başlıca amacı ‘bir hayli örselenmiş, raydan çıkmak üzere olan rejimi’ yeniden rayına oturtmak olan bu koalisyon hükümeti, “Kürt realitesini tanıyoruz” dediği için birçok Kürt tarafından alkışlandı ve yeni bir umudun kapısı olarak işaret edildi fakat bu hükümet kilitlenmiş olduğu amacından bir milim olsun bile sapmadı; ”tanıyoruz” dediği “Kürt realitesini” ortadan kaldırmak ve Kürdistan’ı yeniden fethetmek için ne gerekiyorsa onu yapmaktan kaçınmadı.

Özal’ın ölümüyle birlikte Demirel Köşke çıkınca, T. Çiller başkanlığında Kürde karşı tam bir “savaş hükümeti” kuruldu. T. Çiller ve D. Güreş’in yön verdiği bu savaş hükümeti, Kürt milletinin ayakta kalmasını sağlayan bütün dayanakları bir bir kırdı. Üstelik bu Çiller, İspanya’ya savaş helikopteri almaya giderken, “Federasyonu tartışabiliriz” diyen Özal gibi, “Bask Modelini tartışabiliriz” diyordu. “Faili meçhul” devrinin baş aktörlerinden biri olan Çiller, Kürt işadamlarının tasfiyesini gerçekleştirdi; Özal’ın yarım bıraktığı “Kürdistanı insansızlaştırma” operasyonunu sürdürdü; SHP listesinden meclise giren DEP Milletvekillerini hapsetti; daha önemlisi, Dersim köylerini bombalayan helikopterlerin “Afganistan’dan gelen PKK helikopterleri” olduğuna bu toplumu inandırdı!

“Ara rejim”in yaptığını “Anasol” rejim yapmaya devam etti

Süreç durmadı; “Bask Modelini” öneren ve Kürde karşı kirli savaşta ciddi bir “paralel devlet” haline gelen Çiller-Ağar-Güreş kliği iktidar olmak için harekete geçince, devletin gerçek sahipleri tarafından tasfiye edildi; Susurluk operasyonu ve 28 Şubat muhtırasıyla Refah yol gitti, teamüllere aykırı bir şekilde Demirel’in “hükümeti kurma görevini” DYP’nin başındaki Çiller’e vermek yerine parlamentodaki ikinci parti olan ANAP Genel Başkanı M. Yılmaz’a vermesiyle ANASOL hükümeti kuruldu.

Türkiye’de hükümet değişti ama Kürde karşı savaş hiçbir zaman durmadı. Bu savaş gibi Kürt siyaseti de kendi meselesini çözebilecek bir çare bulmak yerine, “bir dost el, bir gülen yüz” beklemeyi yeğledi. Bu ‘dost el’ ABD’den geldi. Ortadoğu’daki ihtiyaçları nedeniyle Türk gücüne muhtaç olan ABD, bugün Kerkük, Afrin ve Rojava’da yaptığını o gün Türk ordusunu kullanmak umuduyla, Öcalan’ı Türkiye’ye teslim ederek yaptı. Ecevit anılarında bu olay hakkında “neden yaptıklarını hala anlamış değilim” diyor. Fakat bu olay, yapılan seçimlerin ardından Anasol+MHP iktidarının kuruluşunu ve genel olarak Kürt hareketinin bastırılmasını getirdi. Hatırlayalım: Öcalan’ın devletten görev beklemesi, silahlı güçlerin dağıtılması, sonraki dönemde PKK ve bağlı örgütlerini denetim altına alınmasında kullanılan KCK’nin kurulması bu döneme rastlar.

Peki bugün?

AKP iktidarının “çözüm süreci”ni biliyoruz; devlet içindeki “iktidar odakları” değişti ama Kürde karşı savaş stratejisi değişmedi. Belki de üzerinde uzun boylu konuşulması gereken bu“taktik barış” dönemi, T.C. devletinin maharetli provokasyonuyla “stratejik bir savaşa” dönüştürüldü ve nihayetinde Kürt toplumunun en diri kesimleri acımasız bir şekilde tasfiye edildi.

İnsan Hakları kuruluşları tarafından bugünlerde yayınlanan o günlere ait raporlardan da görüyoruz ki devlet, karşı tarafın ‘akıl dışı’ siyasetini de gayet başarılı bir şekilde kullanarak, sözde “çözüm süreci”ni, “Kürde karşı ciddi bir savaş yürütmek” için bir “hazırlık dönemi” olarak planladı ve hayata geçirdi.

Kürt gençlerini hendeklere gömme operasyonlarının bahanesi olan “öz yönetim” provokasyonu sürecinde akılda kalan sembol olaylara şöyle bir baktığımızda, bu olayların “çok özel bir akıl” tarafından, Kürt milletine karşı yıkıcı bir savaş yürütmenin bahanesi yapıldıklarını göreceğiz: İki polisin ancak “casus filmlerinde” rastlayabileceğimiz tarzda “özel operasyonla”, bir astsubayın ise karısının ve çocuğunun gözleri önünde bir Pazar yerinde öldürülmesi ve nihayet Kürt toplumunu büyük bir travmaya sokan Tahir Elçi’nin hepimizin gözleri önünde katledilmesi…

Bu olayların hepsinin ortak özelliği, toplumun davranış biçimini şekillendirmeye yönelik “özel operasyonlar” olmasıdır. Pazar yerinde karısı ve çocuğunun gözleri önünde öldürülen birine tanıklık eden herkes, faile karşı uygulanacak her türlü şiddeti “anlayışla” karşılayacaktır. Gece yatağında uyurken iki polisin öldürülmesi de toplumda aynı duyguları yaratmaya yöneliktir. Bir televizyon kanalına davet edilerek PKK hakkındaki görüşleri alındıktan sonra Tahir Elçi’nin katledilmesi ise, geriye kalan herkese ciddi bir gözdağıdır.

Sözün özü devlet, daha önce yaptığı gibi, Kürt meselesini çözmek istiyormuş ama karşı taraf bunu istemiyormuş gibi yapıp, Kürt milletine karşı her türlü gayri meşru yöntemi kullanarak bir “bastırma ve tehcir harekatı” gerçekleştirdi.

Temel soru

Peki, “bu gayri meşru bastırma ve tehcir harekatı” yürütülürken devleti yöneten Başbakan kimdi acaba? Evet, doğru hatırladınız! A. Davutoğlu! Bugün kim tarafından öldürüldüğü belli olmayan iki polisin, karısı ve çocuğunun gözleri önünde Pazar yerinde öldürülen astsubayın ve hepimize gözdağı vermek için hiçbir zaman PKK’li olmamış bir insan hakları savunucusu olan T. Elçinin katledilmesi sürecinde bizleri “teröre karşı savaşıyoruz” görüntüsü altında “Kürde karşı savaşa” ikna etmeye çalışan kişi A. Davutoğlu idi. Tabii A. Babacan da bu “bastırma ve tehcir harekatını” yürüten Hükümetin üyesiydi.

Bu kadar da değil; Davutoğlu o günlerde mealen şunları söylüyordu: “Aslında 3 yıl önce bu operasyon yapılacaktı. Terör örgütünün yuvalandığı 13 yerleşim yerinde bu operasyonlar yapılacaktı, hazırlığımızı yapmıştık fakat bu çözüm süreci araya girince ertelemek durumunda kaldık.”

AKP’den ayrıldığı ilk günlerde Davutoğlu, iktidar ve ortağını, kendisini, Kürdistan’da yürüttüğü savaş koşullarında yalnız bıraktıklarını açıklamakla tehdit ediyordu. Birileri devreye girdi O’nu bu girişimden caydırdı fakat “konuşursam insan içine çıkamazlar” diyen Davutoğlu’nun anlatmak istediği şuydu: “…23 Temmuz günü, ben güvenlik birimlerine talimat verdim. Terörle mücadele emri verdim. Bütün kurumlar harekete geçti ve bir mücadele başladı.” Bolu’daki toplantıda yaptığı bu konuşmada, ‘Kimsenin yapamadığını ben yaptım’ demek istiyordu Davutoğlu.

Devlet gibi kurumların işleyişinde kişilerin pek fazla önemi yoktur diyebilirsiniz, doğru, büyük oranda öyledir; söz konusu Davutoğlu ise, bu daha çok geçerlidir. Çiller gibi Davutoğlu da Kürtlere karşı kirli bir savaşta kullanıldı ve atıldı. Kendisinin gayet açık bir şekilde izah ettiği gibi, Cumhurbaşkanı kendisinden “Başbakan gibi yapmasını ama Başbakanlık yapmamasını” istemiştir. Davutoğlu da bunu yapmıştır. Bir ara Başbakanlık yapmak isteyince de derhal görevden alınmıştır.

Bu olayların geride kaldığı, siyasetin gelecek üzerinden yapılan bir etkinlik olduğu söylenebilir fakat bütün bu olayların faili bir kişi, geçmişe ilişkin bir özeleştiri yapmıyor, geleceğe yönelik de olumlu bir öneride bulunmuyorsa, Kürtlerin umut bağlayacağı biri haline getirmenin bir anlamı yoktur. Devlet siyasetinde şahısların çok ciddi bir önemi yoksa, geçmişte devletin bütün olumsuz siyasetine alet olmuş ve kendisinden Başbakanlık yapma diyen birine itiraz edememiş biri, Kürt Meselesi gibi önemli ve oldukça riskli bir konuda herhangi bir olumlu öneride bulunamaz. Bununla zaman harcamak yerine gerçeklerden hareketle Kürt milletini kendisi olarak ayağa kaldırmak yapılabilecek en yararlı faaliyet olacaktır. Bütün Kürtlere düşen budur. Unutmamak lazım: Ortada bir mesele varsa, o meselenin tarafları da var demektir. Bu meseleyi çözmek için tarafların karşı karşıya gelmesi lazım. Kürt meselesinin çözümünde eksik olan, Kürt tarafı adına hareket edecek bir muhatabın olmayışıdır. Yapılması gereken, bu muhatabın yaratılmasıdır. Diğer bütün faaliyetler yeni bir hayal kırıklığının oluşmasına hizmet edecektir.

16.12.2019   

Önceki ve Sonraki Yazılar